Hepimiz tutucuyuz, hepimiz statükocu. Ama sorsak hepimiz değişimden yanayız. Hepimiz yenilikçiyiz, hepimiz yarının savunucusuyuz. Oysa gerçekler öyle mi? En ufak, en önemsiz gibi görünen konular da bile tutucu kişiliğimiz hemen ortaya çıkıveriyor.
Yazı: Prof. Dr. Can Bilgili
“Olmaz” diyoruz. “Bizim geleneklere uymaz bu” diyoruz. “İnancımızda bunlara yer yok”, “ideolojimize ters bu konular” diyoruz. “Büyüklerden daha mı iyi bileceksin” diyoruz, “eski köye yeni adet mi getiriyorsun” diyoruz. “İcat çıkarma şimdi”, “çok bilmiş budala” diyoruz. Diyoruz da diyoruz… Günlük yaşantımıza, akla, ruha işlemiş bir tutuculuğun eline düşmüşüz, farkında değiliz. Üstelik tüm bu durumu düdüklü bir tenceredeymiş gibi kitle toplumunun, basmakalıp düşüncelerin basıncı altında yaşıyoruz. İçinden çıkamıyoruz.
Açıkçası, körü körüne inançlar, belletilmiş düşünceler, katı kabuller, yargılanmamış değerler, neredeyse kutsallaştırılmış gelenekler, görenekler arasında yok olup gitmişiz. Geçmişle hiç hesaplaşmadan, geçmişin hatalarına teslim olmuş bir şekilde yanlışlar üzerine yanlışlar inşa ederek devam ediyoruz.
Şimdi sırtınızı şöyle bir yaslayın ve gözünüzü kapatın. Akıp giden şu hayatta bir günlük zaman kesitini, yaşadıklarınızı sakince bir düşünün. Davranışlarınız, kurduğunuz cümleler, kullandığınız kelimeler, inancınızı ortaya koyan ifadeler, en basit haliyle selamlaşma şekliniz, kabul ettiğiniz, savunduğunuz değerler, arkadaş tercihiniz, eş tercihiniz, aile anlayışınız, gelenekler, görenekler… Aklınızdan ne geçiyor?
Şu zamana kadar yaşadığınız topluma dair neyi ne kadar sorguladınız veya ne kadarını yanlış buldunuz? Hâkim anlayışın ne kadar dışına çıkabildiniz? Hiç doğru bulmadığınız bir şey için bazı şeyleri, mesela en önemsediğiniz insanları karşınıza almayı ya da toplumdan dışlanmayı göze alıp: “ne anlamsız bir dini yorum”, “ne saçma bir ideoloji” ya da “ne gereksiz bir gelenek” diyebildiniz mi? Hangi tutucu düşünceler nedeniyle kimi karşınıza aldınız? Yoksa siz de herkes gibi miydiniz?
Dört duvar arasına, ailenin, akrabanın, mahallenin aklına, ruhuna sızmış masallar, mitler, söylenceler; atasözleri, deyimler, dualar, öğretiler arasına sinmiş otoritenin, okulun, dinin tartışılamaz sözleri, hurafeleri; sokakların, müziğin, kitapların, gazetelerin, televizyonun, sosyal medyanın sattığı propaganda dili, biat dili… Hepsi ama hepsi tutucu bir akla, ruha sahip olmayı öğretmekle meşgul.
Egemen düzen aklı, bilinci kontrol ederek insanın toplumsal kalıplar, değişmez öğretiler, sorgulanamaz inançlar içinde kalmasını ve dolayısıyla da efendisinin hizmetinden çıkmamasını sağlıyor, sağlamaya da devam ediyor. Yoksa siz televizyonlarda dizi film izlediğinizi, gazetelerde haber okuduğunuzu, okul sıralarında ders aldığınızı, radyoda bir müzik ya da minberde bir hutbe mi dinlediğinizi sanıyordunuz?
İşte tüm sorunumuz da bu aslında! Farkında olamamak.
Farklı olan, alışılmışın, akışın dışında bir fikir, bir tutum, davranış görmeyelim. Tipik bir gösteri peşi sıra geliyor. Kabuğumuza çekiliyor, şartlanmış zihnimiz, belletilmiş kelimelerle karşı koymaya başlıyor, yargılıyor, küçümsüyor ve dışlıyoruz. Çoğu zaman durup düşünmeye tenezzül dahi etmiyoruz.
Öyle ya yeni olan her neyse artık, toplumsal düzeni, yaşam akışını, kazanımlarımızı, canımız pahasına kurduğumuz piramidi bozabilir.
İyi ama bizi bugünlere taşıyan insanlık nasıl oldu da kendi elleriyle böylesi tutucu, katı bir düzeni hem de dünyanın bir ucundan bir ucuna hâkim kılarak yarattı?
Şu bir gerçek. Ekonomi-politik tercihlerimiz, yarattığımız kapitalist ekonomi ve toplum düzen bizi içinden çıkması oldukça güç, derin bir çıkmaza sürükledi.
Çelik yelekli ve silahlı gözetim kuleleri, dijital kasalar, bir labirente gizlenmiş manipülasyon uyduları ve hayatları birbirinden ayıran yüksek duvarlı inanç merkezleriyle kapitalizm tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlü.
Elinde tuttuğu bu kitle düzeni ve toplumsal tutuculukla nasıl başa çıkılabilir, yarınlara nasıl gidebiliriz? Yoksa aydınlanma yolculuğumuz sona mı eriyor?
Kitle Toplumunun Hücreleri
Var oluşumuzla birlikte karanlık bir mağaradan çıkmış, kendimizi, doğayı ve dünyayı, evreni anlamlandırmaya çalışmış, yaşama, varlığa ilişkin yanıtlar aramaya devam etmiştik. Bu yolculukta doğal olarak birçok engelle karşılaşmış, önemli aşamalardan geçmiş, bir çağı açarken diğerini kapatmıştık.
Ama buraya kadarmış. Tıkandık kaldık.
Adına ister büyük değişim deyin ister kırılma ya da paradigma deyin, ne derseniz deyin her defasında bir yol ayrımı yaşadık. Ve türümüzün devamını sağlayan en önemli özelliğimiz de bu aşamalarda kendini gösterdi: Akıl.
Sonuçta fiziksel gücümüzün sınırları var ve bu yönümüzle vahşi yaşamda hayatta kalamazdık. Aklı kullanarak geleceğe doğru devam ettik, üstelik bu yolla doğaya egemen de olduk.
Ama işler değişti.
Aklı, bilinci ele geçiren, insanlığa tehdit oluşturan bir gerçekle karşı karşıyayız. İyi besin alamamanın zihinsel gelişime olumsuz etkilerini zaten biliyorduk ama aklı köleleştiren, bilinci ele geçiren kitle toplumu ve kitle iletişim düzenine tanık olacağımızı, kitle toplumunun hücrelerinde mahkûmiyet yaşayacağımızı öngörememişiz. Bunu da görmüş olduk.
Kapitalizm ürünü bir kitlesel tutuculukla, toplumsal tutuculuk hastalığıyla karşı karşıyayız. Buna neden olan egemen politik düzen ve araçlarının esiri durumundayız. İlk kez yaşamıyoruz böylesi bir durumu tabi. Orta çağın din hegemonyasından çıkmış insanoğlu için bu ilk değil. Ancak bu kez sorun daha karmaşık ve daha büyük.
Bugünün dünyasında insanı kontrol altında tutan, onu köle olmadığı halde bir köle gibi mahkûm eden tüm zamanlardan daha etkili bir toplumsal tutuculukla karşı karşıyayız.
Seri, bir örnek ve kitlesel nitelikteki üretimin gelişmesi yeni tür ekonomi-politik toplumların doğuşuna kaynaklık etmiş, kitlesel üretilen her şeyin kitlesel tüketimi için gereken kontrol ve güç merkezleri oluşmuş, insanlık yeni toplum düzenini bu ekonomik saiklere göre biçimlendirmişti. Kitlesel üretim yalnızca malların, hizmetlerin üretimiyle sınırlı değildi tabi. İnsanların da kitlesel olarak üretimine gereksinim vardı. Bir örnek, seri, birbirine benzeyen ve istenildiği gibi yönlendirilebilen insanlar…
Şu zamanlarda insanımsı robotlar üretmeye çalışan egemen politik düzen ilk olarak robotumsu insanları üretmişti.
Barut ve pusulanın keşfi kadar önemli bir keşif olan matbaa günümüzde kitle iletişim çağını başlatmış ve insan bilinci üzerinde etki yaratacak, algı yönetimi yoluyla aklı yönlendirecek çok etkili bir silahın da doğumuna kaynaklık etmişti: Medya.
Konumuz medyayla da sınırlı değil tabi. Kitlesel anlamda içerik üretilen her araç, her kurumsal yapı bugün insan bilinci üzerinde büyük bir etkiye sahip. Aklın ve bilincin yanında bir güç olabileceği gibi en etkili karşıt güç de olabilir. Kör inançlara, batıl düşüncelere sahip muazzam sayıda köleler, köleleşmiş akıllarıyla insanlığa tehdit olabilecek yığınlar yaratabilir.
Dahası bu araçlar statükocu aklın, tutucu düşüncelerin egemen olmasını sağlar ve insanlığın ileriye doğru gelişimini şiddete gereksinim kalmaksızın yok edebilir. Bugünün dünyasında insanlar kitle iletişim araçlarının elinde eğlenirken, haz iğneleri altında uyuşmuşken bilinçlerini kendi elleriyle egemen düzenin emrine teslim edebilir.
Statükocu olmadığını söyleyen statükocular, değişimden yana olduğunu söyleyip değişime karşı kavga veren insanları görebiliriz. İnsan artık aklın ve aydınlanmanın değil, kitlesel gücün ve köleci egemen düzenin esiridir desek sanırım abartmış olmayız.
Okullar, din, medya, bilim ve veri kurumları, sokaklar, antik Roma’nın günümüzdeki stadyumları… Köle insanın üretilebileceği, köleleşmiş kitlelerin yaratılabileceği her yer. Kendini özgür sanan köleler…
Bugün olağanüstü bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Modern zamanların bu araçları statükonun emrinde, ekonomi-politik güç merkezlerinin, egemen sınıfların efendilik dünyalarını korumak ve varlıklarını sürdürmek için olanca gücüyle kullanılmaktadır. Post modern çağın post feodal iktidarları… Özgür dünya hayali sunan ve büyük bir yanılsama yaratan bu araçlar aslında yalnızca uyuşturulmuş bilinçler, tutucu akıllar yaratma amacına hizmet etmekten başka bir işe yaramıyorlar.
Hepimiz statükocuyuz. Hepimiz tutuculuğun emrinde, uyuşturulmuş akıllarla yaşıyoruz. Tepkilerimiz alındı, bilincimiz formatlandı. Sorgulama yeteneğimiz bastırıldı. Kendimizi kitlenin baskın gücüne teslim ettik ve dışına çıkamayacakmış gibi bir acizliğin içindeyiz.
Tüm zamanların en büyük sorunuyla karşı karşıyayız. Sorun toplumsal, sorun politik. Egemen düzenin efendileri kitle yönetim ve iletişim araçlarıyla insan bilincini elinde tutuyor. Her gün tutucu değerleri enjekte ederek statükonun değişme olasılığına karşı her tür önlemi alıyor.
Ama bu sorundan daha büyük bir sorunla da karşı karşıyayız. Zira sorunun arkasında, sorunu yaratan gerçek nedenleri göremiyoruz, kendimizin farkında değiliz. Bizi ifade eden değerlerin, inançların ve düşüncelerin doğamızla, yarınla ne kadar ilgili olduğundan habersizce yaşıyoruz.
Commentaires