Büyük bir millilik gösterisi, milli hisler üzerine kurulu baş döndürücü hikâyeler, sanki kendileri de öyle hislerle doluymuşçasına ortaya dökülen görüntüler... Yıllardır gözlemlediğim samimiyetsizlik, iki yüzlülük şovu… Oksimoron milliler...
Yazı: Prof. Dr. Can Bilgili
Her Ekim ayında olduğu gibi Cumhuriyetimizi ve her Kasım ayında olduğu gibi ülkemizin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü andık. Anmaya da devam edeceğiz.
Ve yine her Ekim ve Kasım aylarında olduğu gibi benzer görüntülere tanık olduk. Yani en azından ben neye tanık olduğumun farkındayım. Bir yanda Cumhuriyet ve değerleriyle barışık olmayan malum bildik kesim ve onların sergilediği sefillikler. Diğer tarafta egemen politik düzenin temsilcileri, fırsatçılar, ülkeyi yalnızca bir kazanç kapısı gibi gören, milletin içinde bulunduğu sefalet gün gibi ortadayken konforlarının bozulmasını istemeyen rejim simsarları… Her zamanki gibi milli hislerin arkasına saklanarak kitle iletişim araçları üzerinden nutuklar attılar, anma gösterileri arkasında boy boy poz vermekten sıkılmadılar.
Büyük bir millilik gösterisi, milli hisler üzerine kurulu baş döndürücü hikâyeler, sanki kendileri de öyle hislerle doluymuşçasına ortaya dökülen görüntüler... Yıllardır gözlemlediğim samimiyetsizlik, iki yüzlülük şovu… Onları da anlıyorum, böyle yapmak zorundalar zira toplumsal konumlarını, ellerinde bulundurdukları güç ve kazanımlarını korumanın yegâne yolu bu gösterilerden geçiyor.
Ama hepsi boş, bütün bunların artık bir faydası yok. Ülkeyi küresel sömürü düzenine taşıyan ve onun bir payandası haline getiren bu hizmetkarların maskeleri artık daha bir belirgin. Politik karar vericilerin ve medyada boy gösteren bürokratların, yönetici sınıfın, onların uzantısı iş dünyası, akademi, medya, sivil toplum temsillerinin, hülasası sözde millilerin ne millilikle ne de milli bir ülküyle, ülkenin geleceğiyle bir alakaları yok. Ne tam bağımsızlıktan söz edecek kadar ne de ülkenin taşını, toprağını, ormanını, denizini, bitkisini, hayvanını, parasını, mülkünü, kültürünü ve en önemlisi insanını savunacak kadar gerçek manada milliler… Şu son zamanlarda yaşanan olayları dikkate alırsak kendilerine milliyetçi diyenlerin de ne kadar milliyetçi oldukları herkesin malumu sanırım…
Şahsi menfaatleri müstevlilerin siyasi emelleriyle beraber…
Hem ekonomik hem de politik bakımdan içinde bulunduğumuz koşullara şöyle bir göz atınca durum açıkça görülebiliyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan süreçle birlikte ülkeyi düpedüz küresel sömürü simsarlarının, politik güçlerin elinde oyuncak haline getirdiler. Ve bu yolda attıkları her yeni adımla birlikte giderek artan bir dozda zarar vermeye devam ediyorlar.
Yaptıklarının farkında olmadıkları da söylenemez. Ne yaptıklarını niçin yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Çok fütursuzlar, ne olursa olsun kazanma hırsı gözlerini bürümüş…
Tabi yaratmış oldukları facianın bir şekilde görünmez kılınması da gerekiyor, sonuçta millete karşı yapılan en büyük suç. Halkın olan biteni anlamaması, durumun farkına varmaması lazım. İşte bu noktada devreye ne giriyor? Medya… Devasa bir uyutma makinesi, büyük bir akıl karıştırıcı, algı silahı.
“Milli”, “yerli”, “vatan”, “bayrak”, “din” gibi kelimelere sıkıştırılmış icraatlar toplumdan tepki görür mi hiç? Görmez… O zaman milletin ihtiyaçlarına, beklentilerine ters yapılan her tür icraat bu tür kelimelerle sunulmalı, olası sorgulamalar ortadan kaldırılmalı. Küresel sömürünün talepleri karşılanırken, emekler, topraklar, doğal kaynaklar bu sömürü şebekelerine peşkeş çekilirken olur da millet uyanabilir ihtimaline karşı ne yapmak lazım? Bayrak, vatan, millet naraları… Sonuçta kitle medyası kitlelerin manipülasyonunu algı oyunlarıyla sağlarken, aklı karışık millet bulanık suda kolay avlanır.
Biraz cesurlardan tepki çıkacak olsa dahi geniş kitleler zokayı yutmuş bir kere. Şartlandırılmış yığınlar her tür tepkiye karşı olabilecek en etkili bastırma, yok etme mekanizması…
Konunun trajik boyutu bu işte: Millilik yalanları, milli yalancılar.
Vatan millet üzerine nutuk atanların savundukları ve takip ettikleri küreselci politikaları, küresel ekonomik ve politik güçler için sarf ettikleri çabaları, onlarla iş birliği içinde ülkeye verdikleri zararı sanki bir milli politika gibi pazarlama gayretleri acınası bir görüntü yaratıyor.
Ekonominin olağanüstü düzeyde dışa bağımlı olduğu, uluslararası, küresel iş yapan dev şirketlerin ve finans lobilerinin ülkenin her ekonomik alanını işgal ettiği, tarımdan kumaş üretimine, madenden deniz ticaretine, kâğıttan petrole, sağlıktan eğitime, ne diyeyim günlük yaşamı ilgilendiren en küçük mal ya da hizmetlere kadar her iktisadi alanı ele geçirdiği bir ülkede halen bu nutuklar atılıyor ya, pes doğrusu. “Yüzsüzlüğün bu kadarı da olmaz” demekten başka bir şey bırakmıyorlar insana…
Üstelik bunları yapanlar yalnızca politik dünyadaki kendini bilmezlerle sınırlı değil. Politik egemen sınıfın emrindeki sözde bürokratlar, iş insanları, sözde aydın geçinen yazarlar, sözde bilim insanları, gazeteciler ve hatta araştırmacılar, sözde sanatçılar ülkenin bu halinin baş sorumluları... Ve bu temsiller statükonun, küresel güçlerin emrinde bu yağma düzenine halk tarafından rıza gösterilmesini sağlamak için kitle iletişim tekniklerinin her yolunu kullanarak tam gaz çalışıyorlar.
Ekonomik yollarla işgal edilmiş, adı konmamış kapitülasyonlar yoluyla bitirilmiş, adeta adı konmamış bir manda rejimine sürüklenmiş memleketin geldiği bu hal, Mustafa Kemal Atatürk imgesi, kuruluş değerleri ve içini boşalttıkları, sanki varmış gibi pazarladıkları Cumhuriyet söylemi üzerinden örtbas edilmeye çalışılıyor. Gelişmelerin farkında olan çok az bir kesim hariç geniş kesimler, yaratılan söylemlere, anlatılan masallara ve yalanlara kanmış durumda. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in ‘Büyük Yalan’ tekniğini ispat etmeye çalışırcasına “yeterince büyük yalanlar” söylemekten çekinmiyorlar. Biliyorlar ki devamlı olarak aynı yalanları söylerlerse insanlar sonunda inanmaya başlarlar.
Şurası iyi anlaşılmalı. Bugünün dünyasında ülkelerin işgali için savaşlara gerek yok. Bir devletin varlıklarını, yer altı ve yer üstü zenginliklerini, doğasını denizini, havasını bitkisini, üretici emeğini, tüketim pazarını ele geçirmeniz, sömürmeniz için artık topa tüfeğe ihtiyacınız yok. Sömürü mü istiyorsunuz? İş birliği kurabildiğiniz ihtiraslı, cahil ve umursamaz politikacılar ve dahi devlet yöneticileriyle amaçlarınıza kolaylıkla ulaşabilirsiniz. Üstelik “vakvakları ürkütmeden” … Bugünün Ankara’sı da işte böyle, Osmanlı’nın bitişine imza atan işgal altındaki İstanbul kadrosu gibi...
Ama halkın nabzını iyi biliyorlar doğrusu… Boşuna “ver mehteri” demiyorlar…
Herhangi bir ekonomik alan için, bir sektör için “halıyı biraz kaldırın”. Bakın bakalım altından neler çıkacak. Hangi ekonomik alana ilişkin gözlem yaparsanız yapın aynı manzarayı göreceksiniz. Yerel ekonomik değerler ve varlıklar küresel şirketlerin hizmetinde, onlar tarafından iç ediliyor.
Şimdi size kitle iletişimi, medya sektörü üzerinden bir örnekle durumu açıklayayım. Benim akademik bilgi alanım medya endüstrisi ve ekonomisi üzerine. Yıllarca bu alanda çalışmalar ve araştırmalar yaptım, yayınlar, raporlar ürettim. Dolayısıyla durumu bu sektörel alan üzerinden daha iyi izah edebileceğimi düşünüyorum.
Ayrıca bu alan üzerinden açıklama yapmam çok daha önemli. Zira bu ekonomi-politik alan diğer piyasa alanlarından çok daha önemli etkilere sahip. Hem halkın bilinci, algılarına oynayan hem de tüketim pazarının yani senin benim hangi ürün, mal ve hizmetleri tüketeceğimizi, yaşam biçimlerimizi belirleyen bir alan. Yani küresel ekonomi ve politik güçlerin üzerimizde egemenlik kurması için kullanmaları gereken, olmazsa olmaz bir aktörden bahsediyorum…
Küresel Medya Hegemonyası
Yıllar önce henüz akademideyken yaptığım bir araştırma çalışması bahsettiğim üzere küresel sömürü batağının seviyesini, içinde olduğumuz düzeyi ispat etmem için bana fırsat sağlamıştı. Hani derler ya “tahmin ediyorum ama ispatlayamıyorum”, işte tam da bunu söylendiğim zamanlarda ispat edecek verilere ulaşmıştım.
Medya ve reklam endüstrisi hem medya sektörü ekonomisi bakımından hem de toplum bilincinin, tüketici pazarlarının yönetimi bakımından son derece önemli bir endüstridir. Zira pazarda tüketime sunulmuş mal ve hizmetlerin satın alınmasına ilişkin tüketici tercih ve davranışlarını etkiler, ekonominin yönelimi üzerinde önemli bir rol oynar.
Medya, algılarla oynar, neyi izleyip neyi düşüneceğiniz, hangi konuda hangi tür fikirlere sahip olup, hangi tarz yaşam biçimlerine evirileceğinizi belirleyen bir güçtür. Haberleriyle, dizileriyle, eğlence programlarıyla en masumundan çizgi filmleri, belgeselleriyle sizi evinizde, elinizde yakalayan, avucunun içinde yoğuran bir güçtür. Hangi saatte ne izleyeceksiniz, o sırada o yayınları kimler izleyecek, kimler nasıl etkilenecek ve nasıl tercihler yapacak, ne gibi davranış değişiklikleri yaşanacak gibi birçok soruya yanıt veren bir endüstri…
Kitle iletişim medyasından yani radyo, televizyon, gazete, dergi, sinema, dijital platformlar gibi size her yerde erişen bir dönüştürücüden bahsediyorum. Sizi bir düşünceden bir başka düşünceye, bir kimlikten başka bir kimliğe taşıyabilen bir aygıt.
Medyanın ekonomik vadisini oluşturan bir takım başat aktörler bulunur. Sonuçta bacasız bir endüstriden bahsediyoruz. Çalışanlar, teknoloji, altyapı, tedarik malları gibi birçok gider kalemi olduğuna göre bir de gelir kalemi olmalı. Özel medya piyasası diyeceğimiz kapitalist bir piyasa düzeninde bu gelir kaleminin ilk sırasında reklam yer alır. Dolayısıyla başat aktörler de reklam verenler, reklam verenler için hizmet veren medya ajansları, reklam yapımlarını hazırlayan reklam ajansları ve kamuoyu etki ajanslarıdır. Kamuoyu etki ajansları bilindiği üzere halkla ilişkiler şirketleri, marka iletişimi, sağlık iletişimi gibi kamuoyu oluşturmaya yönelik hizmetler üreten ajanslardır. Bu ajanslar medya üzerinde nüfuza sahiptirler ve şirketler ya da politik egemenler için bazı düşüncelerin medya içerikleri üzerinden halkın zihnine ekilmesini sağlayan işler gerçekleştirirler.
Genel olarak halk bu piyasanın nasıl işlediğinden habersizdir. Yayınların, programların hangi koşullarda, hangi amaçlar ve kimlerin çıkarları için üretildiğini bilmez. Sanki kendileri için bir şeyler üretiliyormuş düşüncesiyle yayınları takip eder, bir dizi film veyahut da haber programı izler, bir gazete okur ya da bir radyo programı dinler. Oysa arkada reklam verenler gibi politik aktörler gibi algı yönetimi derdi olan büyük bir çıkar şebekesi ve onların bir dolu hesabı bulunur.
Medya şirketlerinden oluşan kitle iletişim piyasa sisteminde tüketimin ve yaşam biçimlerinin devamlı olarak üretilmesi, güncellenmesi ve satılması sağlanır. Düşüncelerin, mal ve hizmetlerin pazarlanması ve tüketiciler olarak bizler tarafından alınması yani rıza gösterilmesini sağlayan büyük bir düzenek işler.
Şimdi mağazaya gidiyorsunuz. Bir ürün tercih edeceksiniz. Bu tercihinizin bir marka lehine olması için zihninizde ikna olmuş olmalısınız. Yoksa niye alasınız ki? Bu malı veya hizmeti alıyorum “çünkü” diye başlayan soruya çoktan yanıtını vermiş olmanız gerekiyor. Kim yapıyor bunu? Medya… Gizli ya da açık reklamları, neredeyse propaganda içeren yayınları sayesinde. Siz bir dizi film izlerken, bir reklam kuşağında ya da bir açık oturum programında o fikirleri zaten satın aldınız, hem de çoğu durumda düşünmeden, hissetmeden…
Medya bir sivil satıştır. Aklınızda rızayı yaratır. Bir fikir olur, bir mal, hizmet olur her neyse istenilen konuya, rıza göstermenizi sağlar. Bu politik düşünceler için de geçerli, marketten alacağınız bir kilo domates için de.
Dolayısıyla hem ticari malların ve hizmetlerin hem de politik düşüncelerin devamlı olarak satıldığı ve zihinlere ekildiği bir düzenin öyle başıboş olmasını da kimse beklememeli. Sonuçta her gün milyonların aklıyla oynayan bir şey bu…
İlk bakışta her şeyin serbest piyasa düzeni içinde işliyor görünmesi kabul edilebilir bir durum değil mi? Nihayetinde “serbest piyasa” düzeninin doğru bir iktisadi seçim olduğunu yıllarca belletildi. Ama o serbestlik gibi gösterilmiş piyasa düzeninin arka mekanizması sömürünün ta kendisidir aslında. Oyun orada kurulmaktadır.
Özel piyasa sisteminde yani kapitalist bir piyasa rejiminde medya kuruluşlarının varlığını sürdürmesi reklama bağlıdır. Yani bir televizyon reklam alamazsa var olamaz. Reklam alması lazım. Reklamı doğal olarak reklam veren dediğimiz şirketler sağlıyor. Teorik olarak bu böyle. Reklam veren reklamının en uygun izleyici kitlesine hem sayısal hem de hedef kitle olarak erişmesini ister. İşte bu noktada uzman şirketler devreye giriyor. Medya Planlama Ajansları ya da Medya Ajansları olarak adlandırılan bu şirketler reklam verenler için bir tür toptancılık hizmeti görüyor. Tüm yayıncı kuruluşlardan bir reklam verenin kendi başına alamayacağı düzeyde reklam yayınlama fiyatları alarak ve hedef kitle erişim araştırmaları, analizleri yaparak bu hizmeti reklam verene sunuyor. Teorik olarak bakıldığında yol doğru, bunlar da doğru işler…
Misal televizyondan başladık onunla devam edelim. Televizyonun izlenme ölçümlerine, yayın saatleri, kuşakları, programlarına bakarak analizde bulunan Medya Ajansı reklam verene bir rapor sunarak onun mal ve hizmetlerinin tanıtımı için en uygun yayın kuruluşu, yayın saati, kuşak, program vesaire teklif eder. Aynı zamanda çok iyi bir birim maliyete. Kendisi bu işten komisyon kazanır. Türkiye’de ve bizim gibi kapitalist piyasa düzenlerinde büyük reklam verenlerin hepsi bu şekilde yani medya ajanslarıyla çalışır. Bu da işin olağan akışı. Çünkü kapitalizm birikim ekonomisi demektir. Piyasa dediğin kapitali ve gücü biriktirmeye yaramalıdır. Medya ajansları da bunu yapar.
Televizyonların, radyoların izlenme ya da dinlenme ölçümleri önemli bir kriterdir. Medya Ajansları bu verilerden yararlanır. Gazeteler için de tiraj bilgilerinden yararlanılır. Bu tür ölçümleme yapan medya izlenme, dinlenme ölçüm ajansları bu verileri oluştururken bir takım araştırma yöntemlerini kullanır. Televizyon izlenme ölçümleri için bir cihaz kullanılır mesela. Belirli sayıda denek hanenin televizyonlarına bu cihaz takılır ve o hanede hangi saatte hangi kanal, program izlenmekte ise veriler otomatik kaydedilir.
Demek ki buradan şunu anlamamız gerekiyor. Reklamın medyada iktisadi çıkarlara uygun bir şekilde yer bulması için medya araştırma şirketlerine de ihtiyaç var. Bu araştırma şirketleri SES (sosyo-ekonomik-statü) grupları çerçevesinde hazırlanmış ölçeklere göre veri üretir. Demek ki bu SES grupları konusu kimin üst tüketici grubunu kimin orta ve alt tüketici grubunu oluşturduğunu belirleyen bir unsur. Yani belirlenmiş ve üzerinde anlaşmaya varılmış SES grupları medya izlenme, dinlenme veya okunmaya ilişkin verilerin oluşmasını sağlıyor. Oluşan bu verilere göre medya ajansları reklam verenlere reklamlarını nasıl planlamaları gerektiğini söylüyor.
Verilen reklamlarla bir yayın kuruluşu yoluna devam ederken diğerleri rekabetçi bir piyasa düzeninde kendilerine ayar veriyor, çok izlenen yayınlar üretmek için çabalarken birbirine benzer içerikler arasında kayboluyor, izleyicilerini vasatlıkta buluşturuyor. Piyasada kalabilmek önemli sonuçta.
İyi de arkadaş “Hazırlanan SES grupları doğru mudur, bununla ilgili bir denetim var mıdır?” bilen yok. Ortaya çıkan “izlenme, dinlenme ya da gazeteler için okunma verileri ne kadar doğrudur, bunlara gizliden ayar çekilebilmekte midir?” bilen yok. Milyonlarca insanı ilgilendiren bir konuda izleyici, dinleyici, okur durumunda olanların ne olduğundan, nasıl koyun gibi bir yerlere çekiştirildiklerinden haberleri yok, iyi mi? Bu tür medya izleme, dinleme ya da okur araştırmalarında izleyici temsilcileri yok, verilerin şeffaflığı yok ve dahası piyasacı düzenin yalnızca şirketler dünyasına hizmet etmesinin ne kadar doğru olduğunu sorgulayan bir Allah’ın kulu yok…
Daha ötesi reklamın reklam verenden çıkıp bir yayıncı kuruluşa gitmesi yani reklam yayını dolayısıyla paranın dolaşımı serüveni hakkında kimsenin fikri yok.
Bir ekonomi oluşmakta, kaynaklar işlemekte, ülke insanı izlediği, dinlediği, okuduğu bir içerik nedeniyle bir ekonominin yaratımına sebep olmakta ancak bu kaynağın yaratıldığı piyasanın ülke ekonomisi ve halk menfaatine çalışıp çalışmadığını, “milli” “yerli” olup olmadığını bilmemektedir. Bulanık suda balıklar avlanmakta, kimse konunun açılmasını da istememektedir.
Televizyonda bir program izliyorum.
Sunucu Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten öylesine aşk ile konuşuyor ki! Mutlu oluyor insan. Sonra Cumhuriyet’in milli bir ekonomiyi, milli bir devleti yarattığından, ülkenin yokluktan nasıl ayağa kalktığından bahsediyor. Orada tetikleniyorum ister istemez. İçinde bulunduğu televizyon kanalına reklamın verilmesini sağlayan, reklam verenin reklamlarını dağıtılan, karar verici olan medya ajanslarının küresel reklam ağlarının şirketleri olduğunu biliyor mu acaba?
Evet ülkemizde reklam ekonomisinin yüzde 90’ını elinde bulunduran medya ajanslarının hepsi küresel reklam ağlarına bağlı. Ufak çaplı yerli küçük medya ajansları da var tabi ama onların ekonomideki oranları çok düşük. 2023 yılı itibariyle gerçekleşmiş 120 milyar Türk lirası büyüklüğündeki bir ekonominin yüzde 90’ını küresel şirketlerin kontrolünde.
Yalnızca medya ajansları mı? Yazı boyunca saydığım medya izleme, dinleme ve okur araştırma şirketleri, kreatif ajanslar, kamuoyu etki ajansları ve dahası şehirlerin reklam tekelini ele geçirmiş olan açık hava medya şirketleri. Hepsi küresel reklam ağlarının bir parçası. Medya şirketleri de yıllara dayalı olarak küresel şirketlerin eline geçiyor. Burada bu düzende iş gören, medya endüstrisine hizmet veren danışmanlık ve yönetim şirketlerini, finansal hizmet veren kuruluşları hiç saymıyorum.
Parayı kontrol eden fikirleri de kontrol ediyor günümüzde. Yayın kuruluşlarının küresel şirketlerin ve aktörlerin ekonomik amaçlarına özgü hareket etmesini manipülasyon yöntemleriyle sağlayabilecek bir güce sahipler. Ülke çoğu batılı küresel şirketlerin ekonomik işgaline uğramış durumda. Ve bakıldığında tüm olan biten piyasa düzeni içinde. Piyasanın nasıl yapılanacağı, piyasa kuralları dediğimiz şeyleri kim belirliyor? İşte politikacılar, bürokrasi burada devreye giriyor. Böyle bir piyasa düzenine rıza gösterilmesini kim sağlıyor? Medya, ikna ve algı yönetim şirketleri...
Yıllar önce yine akademide bulunduğum bir dönemdi. Bir telefon almıştım. RTÜK’ten yakinen tanıştığımız bir yönetici aramıştı. Heyecanla bir projeden bahsetmiş “milli ve yerli bir reyting modeli” yapmak için çalışmak istemişlerdi. Aklıma o günler geldi şimdi. “Hocam evet dünya görüşümüz pek yakın olmasa da bu konuları iyi biliyorsunuz, sizinle çalışmak istiyoruz” dediklerinde konu ülke menfaati açısından önemli olduğundan evet demiştim. Lakin yapabilecek vizyonları olmadığı ya da arka planda başka bir amaç taşındığına ilişkin sezilerimi kenarda tutmuştum. Oksimoron milliliğine ilişkin gerçek bir deneyimdi. Milli ve yerli bir ekonomi anlayışına sahip olmayan bir bürokratik, politik yapıdan bu sektörel alana ilişkin milli ve yerli bir piyasa yapısının gelişimine öncülük edeceklerini beklemek tam anlamıyla benim bir aptallığımdı.
Evet televizyonu izliyorum, vatan, millet, Sakarya diyerek dümdüz gidiyor yayınlar. Ama içinde bulundukları endüstrinin ve dahi sömürüye teslim olmuş ülkenin halini bilmiyorlar.
Comments