Yol
top of page

Yol


Kesin olan bir şey var. Yol uzun ve sandığımdan da yorucu olacak. Görmüyor değilim.



Yazı: Prof. Dr. Can Bilgili

 

Birkaç gündür devam eden yağmurun ardından güneşi selamlayan bir Eylül sabahında, küçük de olsa hayata dair umutları hala canlı tutan ılıman bir esintinin yüzüme vurduğu şu anlarda garın büyük kapısına doğru merdivenleri tırmanıyorum. Yıllardır özlemini çektiğim bir yolculuğun duygularıyla doluyum.


Ne tuhaf... Kim bilir kaç kez bu sahneyi zihnimde yaşadım. Okul bitince Anadolu’ya gidecek, bilmediğim şehirleri, kasabaları görmek bir yana kimselere söyleyemediğim, içimde büyüttüğüm bir ideali gerçekleştirecektim. Mesleğimin, edindiğim onca bilginin, eğitimin hakkını verecek, memlekete bir fayda sağlamanın gururunu yaşayacaktım.


Ama gel gör ki hayatta her şey hayal ettiğin gibi olmuyor. Şu yaşananları kim tahmin edebilirdi? Okulu tamamlayamadan yollara düşmek zorunda kalmıştım işte.


Haydarpaşa Garı kapısı.

Çocukluğumdan bu yana çevremden, arkadaşlarımdan ekinlerin renk verdiği tarlalarıyla köylerin, ormanların, derelerin, kuzuların ve atların güzelliği, ekmeğinin toprağının kokusu, dağlarının yüceliği üzerine doğdukları, yaşadıkları yerlerle ilgili nice hikayeler dinlemiştim. Lakin oraları hiç görmemiştim. İstanbul’a gelmeden önce ülkenin batısındaki bazı şehirler hakkında elbette bir fikrim oluşmuştu. Babamın memuriyetinin bunda etkisi büyüktü. Ya doğu? Oraları hiç bilmiyordum.


Keşke göz açıp kapayıncaya kadar hızla varabilsek!


İstanbul’dan ayrılırken tren istasyonunda tanık olduğum şu manzara bile bana girdiğim yolun ne kadar mühim olduğunu bir kere daha hatırlatıyor. Gar binasının yıpranmış, kasvetli hali, umutsuzluğun her şekilde okunduğu yüzler, bitkin, anlamsızca, serseri gibi hareket ettiği hissi uyandıran çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı, fakir zengin büyük bir kalabalık. Burayı şu zamana dek hiç böyle görmemiş olduğumu düşünüyorum. Ya da bütün bunlar benim ruh halimle ilgili olabilir… Bir an önce kompartımana geçmeliyim…


“Sanırım oturduğunuz yer benim. Öyle görünüyor ki birlikte gideceğiz.”


Geniş bir alın, kehribar rengi gözler, yüzündeki belirgin kırışıklıklarıyla dikkat çekmemesi imkânsız.


“Tabi buyurun.”


Trenle yolculuğu hep sevmişimdir. Hele bir de cam kenarı ise... Şu demir yığınının götüreceği her memleket köşesini düşündüğümde, göreceklerim hafızamda küçük bir resim karesi olarak kalacak gibi de olsa heyecanlanmadan edemiyorum.


“Memlekete mi genç adam?”


Bir konuşma açmak, belki içini dökmek, içinde bulunduğu hali paylaşmak istiyor. Ama aklımı verecek gibi değilim. “Evet” diyerek geçiştirmeye çalışıyorum. Üç beş kıyafetimi, birkaç kitabımı sığdırdığım küçük bavuluma doğru bir hamle yapıyorum. Belki bir kitap açsam konuşmaktan kaçınabilirim.


Bir süre sessizlik hüküm sürüyor. Ama öyle uzun boylu değil...

“Öğrenci misin sen?”


Biraz sakin bir yolculuk en büyük isteğimdi. Lakin olacak gibi değil. Oysa ertesi gün için hazırlık yapmalı, geleceklere neler diyeceğimi planlamalıydım.


Harekete geçen trenin gürültüsünden tam olarak duymamışım gibi bir hal takınıyorum. Hiç oralı değil, soruyu yineliyor. İstifimi bozmuyorum ama bir kere daha yineleyeceği düşüncesiyle ona doğru eğiliyorum.


“Ne dediniz, duyamadım?”

O an yüzüne hiç doğru düzgün bakmadığımın farkına varıyorum. Kibirli biri gibi sanmasa... Sorularıyla devam etmemesi için bir soruyla karşılık veriyorum bu kez.


“İstanbul’da mı yaşıyorsunuz bey amca yoksa Anadolu’da mı?”

“İstanbulluyum evladım ama evlenince hanım köylüyüz tabi. Yerköy’ü bilir misin? Ben oraya gidiyorum. Kızım İstanbul'da, torunum oldu. Bu yüzden de buralara yolum düştü.”

“Gözünüz aydın, hayırlı uğurlu olsun.”


Sonra sanki ben sormuşum, sanki epeydir konuşuyormuşuz gibi ısrarlı bir şekilde devam ediyor.

“Bizim çiftliklerimiz var. Tarlamız, topraklarımız var. Hayvancılık yaparız. İneğimiz, öküzümüz, mandalarımız var. Küçükbaşlar da var tabi.”

“Haliniz vaktiniz iyi olmalı o zaman.”

“Nerde...”

Biraz soluklanır gibi duraksadıktan sonra, yüzünün hali değişiyor, konuşmasına devam ediyor.

“Bu koşullarda artık yapılacak işler değil bu işler. Çiftçilik, hayvancılık öldü gitti.”

“Hayvanın çok mu?”

“Düzinelerce. İnek, manda ne ararsan.”


Sonra yine ve ani bir şekilde susuyor. Hızını almış trenden dışarıya, küçük kasabaların, köylerin hızla önümüzden aktığı görüntüye dalıp gidiyor. Artık konuşmak istemediğini sanıyorum.


Anadolu'da tren durakları, kasabalar, şehirler.

“Süt işi iş değil.”

Memlekette iş denecek bir şey mi kaldı? Şimdi neyini anlatayım bey amca sana? Nasıl açıklayayım? Bir ülke kafasını kuma gömer gibi dünyaya, gelişmelere kendini böyle kapalı tutar, gerçeklerden uzak yaşarsa ne olması beklenir? İlgisiz kaldığımı düşünmemesi için cevaplıyorum.


“Zordur sanırım.”

“Nasıl olmasın. Bizi ecnebiye mahkûm ettiler evlat. Yem bulmak dert, bakım dert. Meralar kurudu. Hastalık geldi mi hele, sorma gitsin. Geçen sene ineklerin, küçükbaşların bir kısmını kesime gönderdik. Galiba bu sefer mandalar da gider.”

“Mandanın sütü, yoğurdu daha iyidir değil mi?”

“İyi olmasına iyi de çok zahmetli evladım. Bakımı çok zor. Başa çıkamıyoruz.”


Konuşacak belki çok şey var. Ama şu dönemde her konuşma gibi bu da can sıkıcı, üzüntü dolu bir hal alıyor. Nasıl çıkacağız düze?

“Bilir misin mandalar değişik hayvanlar, bakıcısının dışında kimseyi yanına yaklaştırmaz.”

“Nasıl?”

“Mandalar öyle diğer büyükbaşlar gibi değil. Kendini yalnızca bakıcısını sağdırır. Herkes sağamaz.”


Belki de şu günlerde duyduğum en etkileyici cümle oldu bu. Ortalığı sarmış şu mandacı kafaları, dar görüşlü zavallıları olsa olsa en iyi bu kelimeler anlatırdı. Neymiş, “İngilizler, Amerikalılar yönetse halimiz böyle olmazmış”. Bağımsızlık, hürriyet, vatan kimin umurunda?


Kaç zamandır yaşadıklarımızın, uyku bilmez yorgun günlerin etkisinde trenin sesi adeta bir ninniye dönüşüyor. Belki de hisleriyle dolu olduğum sorumluluğun yükü bitkin düşürmüş olabilir. Uyuyakalıyorum...


Ne kadar süre geçmiş olabilir bilmiyorum, omuzumda hissettiğim bir el ile irkiliyorum.

“Evlat, evlat!”

Gözlerimi zar zor açıyorum. Nerede olduğuma ilişkin bilincimin bulanıklığı içinde konuşmasını duyuyorum.

“Beni duyuyor musun evlat? İniyorum ben.”


Parlayan gözlerle bana bakan adamı, konuşmalarımızı ve uykuya dalmış olduğumu hatırlıyorum. Eliyle işaret ederek devam ediyor. Belli belirsiz duyuyorum.

“Şuraya bıraktığım şeyi yanına almayı unutma.”


Tıbbiyeli Hikmet Boran.

Göz ucuyla işaret ettiği yöne doğru bakıyorum. Küçük bir kese...

“Bu ne için?”

“Gün gelir ihtiyaç olur evlat. Sen genç adamsın. Yolda kalma. Ha, adın neydi senin, hiç demedin.”

“Hikmet.”

“Öğrenci misin sen?”

“Evet. Tıbbiyede öğrenciyim.”

Gözleri daha bir büyüyor sanki. Koridorda ilerleyen kalabalığın içine karışırken sesleniyor.

“Tahmin etmiştim, tahmin etmiştim. Yolun açık olsun evlat! Senin gibilere çok ihtiyacımız var, sakın yolundan dönme.”



(Vatansever Tıbbiyeli Hikmet’in ve aralarında 9,5 lira toplayarak onu Sivas Kongresi’ne ve kurtuluş mücadelesine gönderen arkadaşlarının ve dahi bu ruhu yaşayanların anısına... Bu onun Sivas Kongresi için çıktığı yolu anlatmak/anlamak için yazılmış bir kurgu yazıdır.)

Son Yazılar

Hepsini Gör

Bundan Sonra

bottom of page