"Kırmızı Pazartesi" Ülkesi
top of page

"Kırmızı Pazartesi" Ülkesi


Angela bir gün annesiyle birlikte bir otelin önünden geçer. Genç, zengin, ancak servetinin nereden geldiği sır gibi olan Bayardo San Román da o sırada otelde bulunan müşterilerden biridir. General bir babanın yetiştirdiği bilgili, becerikli soylu sınıftan biridir Bayardo. Bu küçük kasabaya evleneceği kızı bulmak için gelmiştir.



Yazı: Prof. Dr. Can Bilgili

 

Kendisinin ne işle uğraştığı kimse tarafından bilinmemektedir. Konuşmalarından tren yolu mühendisi olduğu kanısı oluşmuştur. Angela’yı gören Bayardo çok etkilenir, otelin sahibinden hemen bu genç ve güzel kadının kim olduğunu öğrenir. Bayardo evleneceği kadını bulmuştur.


Angela’nın ailesi bu varlıklı adamın kızlarını istemesinden çok mutludur. Kızlarına bu evliliği isteyip istemediğini sormazlar bile. Angela aşksız bir evlilik yapamayacağını ima etse de annesinin yanıtı açıktır: “Aşk da öğrenilir.”


Angela, Bayardo’yu kibirli ve kendini beğenmiş biri olarak gördüğünden başlarda evliliğe pek sıcak bakmaz. Ancak ne kadar direnirse dirensin aile baskısına dayanamaz ve sonunda Bayardo’nun da ilgisini kabul ederek evlenmeye karar verir.


Kasabanın o güne kadar gördüğü düğünlere göre çok gösterişli bir düğün olur. Ancak düğün bitip de gerdek gecesi gelince bir takım gerçekler ortaya çıkar. Bayardo yeni eşini baba evine götürür, Angela bakire değildir...



Angela’nın ağabeyleri olan Pedro ve Pablo Vicario adlı ikiz kardeşler için bu bir namus meselesidir. Bu felakete sebep olan kişiyi öğrenmek için Angela’ya baskı yaparlar. Törelere göre bunu yapanın öldürülmesi gerekmektedir. Sonunda Angela’nın dudaklarından Arap kökenli Santiago Nasar’ın ismi çıkar. Ve kardeşler bunu öğrenir öğrenmez ellerine geçirdikleri bıçaklarla harekete geçerler.


Vicario kardeşler içinde yaşadıkları toplumun kuralları iyi bildiklerinden ne olursa olsun namuslarını temizlemek zorundadırlar. Santiago Nasar aslında onların çocukluk arkadaşlarıdır, kasabada birlikte büyümüşlerdir. Hatta Angela’nın düğün gecesinde bile beraber olmuşlar, hep birlikte eğlenmişlerdir. Aralarında herhangi bir husumet yoktur. Üstelik onun Angela’ya ilgi göstermeyen biri olduğu bilinmekte, iddia edildiği gibi olaya sebep olduğuna ilişkin açık bir kanıt da yoktur. Lakin töreler açıktır.


Aklı iyice karışık olan kardeşler onu öldürmeye eğilimli değillerdir. Ancak namuslarını temizlemezlerse bu küçük kasabada diğer insanlarla bir arada yaşama şansları da olmayacaktır. İki düşünce arasında sıkışırlar.


Cinayetten kurtulmak için epey bir süre çaba da harcarlar. Her yerde, herkese aleni olarak Nasar’ı öldüreceklerini söylerler. Böylelikle olayların seyrinin değişebileceğini ve cinayet işlemekten sıyırabileceklerini düşünürler. Öyle ki cinayet fikirlerini bir polis memuruna bile anlatırlar. Amaçları kasabadaki güvenlik görevlilerinin gelip bu olaya müdahil olmasıdır. Polis memuru, kardeşlerin bu amaçlarını amiri olan Albay Lâzaro Aponte’ye bildirir. Albay ise onlardan sadece bıçaklarını alır ve eve gitmelerine izin verir. Oysa Vicario kardeşler içine düştükleri bu durumdan, namus temizleme sorumluluğundan kurtulmaya çalışmaktadırlar. Hiç değilse hapse girseler belki durum değişecektir, ancak olmaz. Olaylar ilerlemektedir ve Santiago Nasar ile karşılaşmamak için her şeyi yapmalarına rağmen bu sondan kaçamazlar.


İkiz kardeşler cinayetten hemen sonra kanlı bıçaklarıyla kiliseye, Peder Amador’a gidip teslim olurlar. Cinayeti işlememek uğruna yaptıkları tüm çabalar boşa çıkmıştır.


Arap kökenli, nüfuz sahibi, zengin ve üst sınıfın bir üyesi olması ve hakkında çıkan dedikodular Santiago Nasar’dan sadece Vicario kardeşlerin değil, kasaba halkının neredeyse tamamının nefret etmesine sebep olmuştur.


Kasabadaki hemen hemen herkes tarafından öldürüleceğinin bilinmesine karşı kimse onu uyarmaz. Namus töresi nedeniyle kardeşlerin cinayeti işlemesi gerektiğine inanmış olan halkın gözünde Nasar zaten bir ölüdür.



Buraya kadar anlattığım hikaye dünyaca tanınan usta yazar Gabriel Garcia Marquez’in 1981 yılında yayınlanan “Kırmızı Pazartesi” adlı yedinci romanında geçmektedir. Asıl adı “İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü” (Crónica de Una Muerte Anunciada) olan kitap 1951 yılında Kolombiya’nın kuzeyinde yer alan Sucre kasabasında işlenmiş, yazarın çocukluğunda tanık olduğu gerçek bir namus cinayeti hikayesine dayanmaktadır.

“Şimdiye kadar yazdığım en güzel kitap” sözüyle eserinden bahseden yazar bu romanıyla Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Sinemaya da aktarılan Kırmızı Pazartesi adlı roman, kalıpların dışına çıkan polisiye ve gazete kroniği arasında yerini almış melez bir tür olarak dikkatleri çeker.


Kitabın orijinal adının Türkiye’de “Kırmızı Pazartesi” olarak değişmesinin bir nedeni vardır. Santiago Nasar, güzel bir gün olarak nitelendirdiği ‘pazartesi’ günü öldürülmüştür.


Gel zaman git zaman kitaba verilmiş olan “Kırmızı Pazartesi” ifadesi kitabın içeriğinin de etkisiyle sadece bu kitap için kullanılır olmaktan çıkar. Zira daha en başından itibaren işleneceğini herkesin bildiği ancak kimsenin durdurmak için kılını kıpırdatmadığı bir namus cinayetini anlatan bu kitap hayata dair bir durumu da açığa çıkarmıştır.


Geçen zamanla birlikte herkesin her şeyi bildiği ama kimsenin hiçbir şey yapmadığı konular için “Kırmızı Pazartesi” ifadesi adeta bir gönderme, bir deyim olarak kullanılmaya başlar.


İşte Türkiye gerçeği de bu kitabın hikayesiyle tam olarak bu noktada örtüşmektedir. Türkiye tam anlamıyla bir “Kırmızı Pazartesi” ülkesidir.


Herkes her şeyi görmekte, en başından bu yana bilmektedir. Ama tıpkı romandaki gibi yalnızca kendi arasında konuşmakta, bir şey yapmamayı, sessizliği tercih etmektedir.


Haksızlıkları, hukuksuzluğu, yanlış giden her işi herkes görmektedir. Ancak tıpkı kitaptaki gibi taassubun, töresel düşünüş biçiminin egemen olduğu toplum sessizliği tercih etmektedir. Kurbanlar bellidir. Kadınlardır, çocuklardır, yoksullardır, yetimlerdir, sokak hayvanlarıdır, ağaçlar ormanlardır, ülkenin yer altı yer üstü varlıklarıdır. Toplumun en zayıf halkasında yer alan bu kurbanlar için herkes her şeyi görmesine rağmen sessiz kalmayı tercih etmektedir.



Seçimlerde yaşanan ahlaksızlığı, bel altı iftiralarla dolu kampanyaları en başından itibaren herkes görmüştür. Ancak tutucu, din ve gelenekle bezenmiş, töre hiyerarşisi ve baskısı altındaki aklıyla bu toplum bunca yalana ve iftiraya rağmen susmayı tercih etmiştir. Bir seçim cinayetinin işlenmesine göz yummuştur.


Konu yalnızca bunlarla da sınırlı değildir.


Herkes görmektedir ki ülkede insan hakları kalmamıştır. Toplumu bölen, ayrıştıran bir politik dil her yere hakimdir. Din ve milliyetçilik üzerinden kurulan söylem ile insan hakları görmezden gelinecek hale getirilmiştir.


Dindarlar da olan bitenlerden nasibini almaktadır aslında. Dinin nasıl katledildiğine her gün tanık olmaktadırlar. Tarikatlar, kirli suç örgütleri, din bölücüleri her gün dinle ilgisi olmayan düşünceleri, görüşleri yaymaya, dayatmaya çalışmakta, politik çıkarlar için dini yozlaştırmaya devam etmektedirler. Bütün bunlar olurken kendilerini dindar olarak ifade edenler susmakta, bir şey yapmamayı tercih etmektedirler.


Ekonominin ne halde olduğu ortadadır. Bir batışın gelmekte olduğunu, sömürü ekonomisinin sürdürüldüğünü, kamu kaynaklarının yok edildiğini, küresel çıkarlara hizmet edilerek ülke parasının pul edildiğini, sözde batı karşıtlığı dili kurularak aslında batıya teslim olunduğunu herkes görmektedir.


Demokrasinin hiçe sayıldığını, seçimlerin şaibeli olduğunu, suçu kesinleşmemiş çok sayıda insanın sırf politik nedenlerle yargının ve hukukun hiçe sayılması sonucu içeride tutulduğunu herkes görmektedir. Herkes özgür düşüncenin, bağımsız ve toplum yararına bir basının olmadığını görmektedir.


Kamusal hizmet alanlarının yozlaştığını, eğitim ve sağlığın parası olanlara sunulan birer hizmete dönüştüğünü herkes görmektedir. Yoksullar hayatlarından çalındığını, hayatlarına kastedildiğini görmektedir.


Herkes çocuklarımıza ait geleceğin öldürüldüğünü görmektedir. Ve “kırmızı pazartesi” ülkesinde herkes sessiz kalmayı, bir şeyler yapmamayı tercih etmektedir.


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page