Yerüstünden Notlar
top of page

Yerüstünden Notlar


“Okumak nedir bilmiyoruz, okumanın kıymetini, bizi nasıl değiştireceğini de... Bugünün gençleri okumayı okulda verilen ders kitaplarını okumaktan ibaret sanıyor artık. Okumak bir ödev gibi bir görev gibi... Oysa öyle mi? "



Yazı: Prof. Dr. Can Bilgili

 

“Bir Tolstoy’un “Anna Karanina”sı, bir Orhan Kemal’in “Ekmek Kavgası” ya da Dickens’ın “Oliver Twist”i. Hangi birini sayayım, öylesine çok eser var ki. Küçük yaşlarda okunan bir hikayenin, bir romanın, bir şiirin ya da bir deneme eserinin zihnimizde ne gibi değişimler yaratacağını, benliğimizi nasıl değiştireceğini öngöremediğimiz bir çağdayız maalesef.”


Tam bir sessizlik hali... Belki de yıllarca olduğu gibi yeni bir “öğüt” konuşmasına maruz kaldıklarını düşünüyorlar. “Hadi hoca bırak şu konuşmaları da derse geç” dediklerini yüzlerinden okuyabiliyordum. Üniversiteye yeni başlamış olmanın verdiği toyluk da suskunlukları üzerinde etkili olabilir...


Kısa bir duraksamadan sonra “Sabahattin Ali’yi bilir misiniz?” diye soruyorum. Hepi topu otuz-kırk kişiyiz sınıfta, sabahın bir vakti...


“Hiç duymadınız mı bu ismi?”


Belki bir kişi konuşsa diğerleri de katılacak diye iç geçiriyordum ama nafile. Konuşmayacakları gün gibi ortada.


“Peki Sabahattin Ali ismini hiç duymamış kaç kişi var aranızda?”


Neredeyse hepsi el kaldırdı.


“Gerçek mi bu?”


Nihayet içlerinden biri cesaretini topladı sanırım. Cümleleri toparlamakta biraz zorlanarak:


“Hocam biz edebiyat konusunda pek iyi bir kuşak değiliz. Yani bir roman olsun, bir şiir kitabı olsun hayatımızda pek fazla yeri olmadı. Ne diyeyim işte okuduğumuz okullar böyle, çevremiz zaten bizden beter...”


Ne söylenir şimdi?..


Haklılar aslında. Kendi gençliğimde de pek farklı değildi. Yani etrafımızda edebi eser okumamız için uyaranlarımız öyle çok fazla değildi. Eğer ailende edebiyatın insan olarak gelişimin için ne denli önemli olduğunu bilen biri varsa şanslısın. Ama yoksa...


Hatırlıyorum da ortaokul, lise yıllarım pek fenaydı. İlkokulu saymıyorum bile. Türkçe dersleri ya da lisede aldığımız edebiyat dersleri dil bilgisi verme derdinin ötesine bile geçememişti. Belli ki bu çocuklar da aynı anlayışın mahsulü...


Üstelik politik olarak bastırılmış bir toplum olduğumuzu, eleştirel yazarların, şairlerin egemen düzen tarafından yasaklanarak okul kitaplarına girmelerinin engellediğini yıllar sonra anladığımda çok üzülmüştüm. Sen koca bir ömür geçir, on yılı aşkın bir süre eğitim, öğrenim al ama ülkenin, dünyanın edebiyatı ve kültürü hakkında neredeyse tam anlamıyla bir yabancı gibi öylece kal!




Edebiyat bir toplumun aklı, ruhu demek. Bir dönemi anlamak, insanlar arası ilişkileri, insanların hayata bakışlarını, hayat anlayışlarını yorumlamak için ipucu demek. Bugün bir Ahmet Hamdi Tanpınar okuduğumda, bir Balzac, bir Victor Hugo, bir Nazım Hikmet okuduğumda o dönemlere gidiyor, o dönem insanlarını, ruhlarını dinliyorum adeta... İnsanlığın gelişimini, tarih içinde insanın ürettiği düşüncelerin, kültürün izlerini sürüyorum. Sanat zaten bir yönüyle de bu değil mi? Yüzyıllar öncesiyle, şimdiyle, insanlar, toplumlar arasında kurulan bir dil köprüsü, bir ruh köprüsü değil mi?


Düzenin izinli yazarlarına ve şairlerine ait eserlerin dahi yalnızca dil bilgisi öğrenimi amacıyla sunulduğunu hatırlıyorum. Gerçi o dilbilgisi konusu da ayrı bir tartışma konusu ya! Bugün düşündüğümde öğretmenlerden hiçbirinin üzerimde bir tesiri olduğunu da hatırlayamıyorum. Bir edebiyat öğretmeni vardı aklımda kalan. Bizden beterdi. Kitap neyi sunuyorsa onun dışında tek bir kelime dahi konuşmayan “ders bitse de gitsem” gibisinden konuları işleyen biriydi. Aklımda öyle kalmış işte. Bize de okumayı sevdirememişlerdi. Okulun etkisi çok düşüktü hayatımızda...


“İyi de birader sana ne oldu da edebi eserleri okuma tercihin böylesi gelişti?”

Ne olduysa lise yıllarımdan sonra oldu. Çevrem değişmişti. Üniversitede edindiğim arkadaşlıklar ve her defasında bir çorap söküğünü yakaladığımı hissettiğim bazı dersler. İpi çektikçe kendimi daha çok okumanın içinde buluyordum. Olanaksızlıkların onca yoğun olduğu yıllara, kitap almanın öğrenci kesesi için güç olduğu zamanlara rağmen Beyazıt’ta sahafta geçen günlerimi hatırlıyorum. Yıllarca aç kalmış bir gencin büyük bir hırsla açlığını bastırmaya çalıştığı yıllardı. Üstelik yasaksızca... Şu çocukların da hayatlarında bir uyaranı olmalı, değişmeliler. Böyle geldiyse de böyle gitmemeli...





“Hiç Dostoyevski okuyanınız var mı aranızda?.. Ya da şöyle sormalıyım belki de. Hiç Dostoyevski ismini duymuş muydunuz?”


Ne mümkün! Ön sırada oturan bir genç dayanamayarak söze girdi?


“Hocam okuyalım okumasına ama bunun bize ne faydası olacak? Ne işimize yarayacak? Daha iyi bir meslek kazandıracak mı mesela?”


Öylesine şartlanmış ki zihinleri!


“Size bir hikaye anlatayım. Hadi biraz uzaklaşalım bugünden... Dostoyevski henüz on altı yaşında. Öyle bilinen, tanınan bir yazar değil. Hasta olan annesini kaybetmiş. 1800’lü yıllardan bahsediyorum bu arada... Üstelik aynı dönemde çok sevdiği bir şair olan Puşkin’in ölüm haberini almış. Çok etkilenmiş durumda. Böyle bir zamanda babasının isteği ile askeri mühendislik okuluna yazılmak üzere Petersburg’a gönderiliyor.

Petersburg şehri o yıllarda Avrupa’ya açılan bir pencere olarak biliniyor Rusya’da. Çar I. Petro için modernleşme hareketinin gözdesi bir şehir. Yeni Rusya düşüncesini sembolize ediyor. İşte bu şehir Dostoyevski’ye de çok şey katan bir şehir. Eserlerinde fazlasıyla izlerini görebilirsiniz.

Edebiyata ilgisi çok yüksek o dönemlerde. Ancak henüz çok genç. Petersburg’dayken ilk eserini yayınlıyor. Çok ilgi görmüyor. Biraz hayal kırıklığı da yaşıyor... Bir zaman geçiyor babasını da kaybediyor, depresyona giriyor. Epilepsi hastalığının işte bu yıllarda ortaya çıktığı söylenir.

Babasını kaybettikten sonra öğrenimine devam edemeyeceği düşüncesiyle Moskova’ya dönüyor. Moskova o yıllarda kaynıyor. Çar’a karşı muhalif gençler her geçen gün büyümekte... Gizli toplantılar yapıyorlar, Çar’ı devirmenin yollarına bakıyorlar. Çar’da durumdan haberdar tabi... Dostoyevski arkadaşlık ilişkileri nedeniyle Çar’a karşı gelişen muhalif grupların içinde bulunuyor. Öyle çok fazla politik yönüyle bilinen bir tip değil aslında. Ama arkadaş çevresi işte...

Çar bu, boş duracak değil tabi. Yükselen muhalefeti bastırmak için kim var kim yok bütün gençlerin tutuklanması emrini veriyor. Baskınlar yapılıyor ve Dostoyevski’de bu dönemde tutuklananlar arasına giriyor.

Olağan konular aslında. Ne olacak, sonuçta gizli toplantılar yapmış, birkaç muhalif bildiri yayınlamış, kırıp dökmemiş, eylem yapmamış gençler bunlar. Üç beş ay yatıp çıkmaları bekleniyor. Ancak beş, altı, yedi derken, aylar gittikçe artıyor. Üstelik zindanlarda...

Ve bir gün karar açıklanıyor. Tüm isyancı gençlere idam!

Dostoyevski’de idam edilecekler arasında... Çar’ın yakınında bulunan üst düzey birkaç subay ve yönetici bunun iyi bir fikir olmayacağı, tüm Rus halkının tepkisini çekeceği yönünde düşüncelerini Çar’a iletiyor. Ancak Çar'da inatçı, direniyor. Neyse epey uğraşıyorlar ve gel zaman git zaman Çar ikna oluyor. Lakin bir şartla. İsyancılara idam cezası verilecek, kendilerine cezaları bildirilecek ve idam sehpasına kadar affedildikleri söylenmeyecek...

Öyle de oluyor. Tüm gençler ve tabii ki Dostoyevski’nin de idam için gözleri bağlanıyor. Kurşuna dizilecekler. Düşünün o anki korkuyu, duyguyu... Tam infaz pozisyonu aldığında göz bağları açılıyor. Anlamsız bir halde bakınırlarken kendilerine Çar tarafından affedildikleri, cezalarının Sibirya’ya sürgün cezasına değiştirildiği açıklanıyor. Sevinir misin ağlar mısın?

İşte bu Dostoyevski uzun yıllar sürecek bir Sibirya sürgünü yaşıyor arkadaşlar. Sibirya bu, sıradan bir sürgün yeri değil...


Onun eserlerini anlayabilmeniz için bunları bilmeniz gerekiyor, o dönemin Rusya’sını, politik ortamını, egemen düzenin yapısını, yaşadığı deneyimleri bilmeniz gerekiyor. Bunları öğrendiğiniz zaman yazdığı eserleri, adından ilk kez söz ettiren “Ezilenler”i, “Ölüler Evinden Anılar”ı anlayabilirsiniz. Beş parasız bir haldeyken otel odasında kaleme aldığı ve onu dünya edebiyat tarihine taşıyan “Suç ve Ceza”yı anlayabilirsiniz. “Yeraltından Notlar” eserindeki “Yeraltı Adamı”nı anlayabilirsiniz...


Edebiyatı o zaman sevebilirsiniz arkadaşlar. Size okul yıllarında sunulduğu gibi sunulursa tabii ki sevmenizi beklemem imkansız. Edebiyatın hayatınızdaki yerini ancak onu tarihsel gelişmeleri içinde, yazarının hayatıyla, dönemin olaylarıyla birlikte değerlendirebilirseniz anlamlandırabilirsiniz.


Hangi yazarı, hangi şairi okusanız okuyun ona onun zamanıyla dokunmalısınız, böylelikle onun ruhunda hissettiklerini okurken dünya tarihindeki insanlığın yolculuğuna da tanıklık edersiniz.


Size ne mi kazandırır genç arkadaşım? Size insanlık kazandırır, insanlığın değerlerini, insan olmanın bilincini kazandırır. Yıllarca okul sıralarında öğretilmiş, belletilmiş olduğu gibi maddi bir geleceğin zenginliğini vaat etmez ama ondan çok daha önemlisini kazandırır. Ruh zenginliğini, benliğinizi...”

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page