“Bak bugüne... Statü olarak kölelik yok ama çalışma hayatının dayattığı bir köle düzeni var. Efendi yok ama mülke sahipliğin yarattığı bir efendiler düzeni var. Herkes eşit gibi ama eşitlik yok. Ne yani oy verme hakkına sahip olduğun için şu yaşadığın toplum düzeninde eşit haklara sahip biri olduğunu mu sanıyorsun?”
Yazı: Prof. Dr. Can Bilgili
Ne basık bir hava! Hiç mecal bırakmıyor. Haziranın sonundayız arkadaş, akşamın bu saatinde böylesi terler mi insan?
“Ya hocam nerede kaldın, geciktin gene. Gel hele bir otur. Muhabbet tam senlik, on numara.”
“Neyi kurtarıyoruz yine, hayırdır?”
Bir yaz klasiği desem yeri... Yaşamı paylaştığımız sitenin bu ortak alanında üç beş konu komşu ile birlikte geçirdiğimiz yegane sosyal etkinlik, çoğu ticaretle uğraşan bu kişilerin stresli yaşamdan uzaklaşma derdi taşıdıkları, gecenin geç saatlerine kadar uzanan bu sohbetler olsa gerek. Gökyüzüne bakan mekanda, bitiştirilmiş bir kaç masasının etrafında meclis kurulmuş... Şu sivrisinekler de olmasa...
“Çaylar gelsin, çaylar. Bu muhabbet geceyi götürür.”
Oku, bir işe gir, evlen, üç beş kuruşluk mal mülk edineceğim diye kendini parala, hayatın içinde kaybol, çocuk edin, sonra onu büyüt, okut, evlendir... Kaygılarla dolu bir yaşamı sürdürmeye çalışan, rutinlerin esiri, olağan, sıradan hayatların ürettiği insanlarız işte. Her birimizin geçmişi hayatın ilerlemesiyle farkına vardığımız eksiklerle, yarım kalmışlıklarla dolu... Çetinleşmiş görüşler, içinden çıkılamamış kalıp yargılarla dolu kişiliklerimiz ara sıra ortaya saçılan kelimelerden anlaşılıyor.
Zaman zaman hep bir ağızdan, kimin, neyi ne için söylediği anlaşılmayan türden atışma dolu bir muhabbet çoktan başlamış. Sanki memleketi kurtaracağız. Dahil oluyorum...
İnsanın aklına neler neler gelmiyor. Kulakların çınlasın Aysun... Bir senin oyun bir de dağdaki çobanın oyu dert oldu hepimize. Döndük dolaştık yine aynı yerdeyiz...
“Güzel abicim bak bir dinle, demokrasi iyi bir rejim mi? Herkes oy kullandığında demokrasi mi oluyor şimdi? Bilen bilmeyen, okumuş okumamış, akıllı cahil, hiç bir olur mu?”
“Hah bir o eksikti, demokrasiyi de gömelim bu akşam.”
“Yahu neden olmasın? Bak dünya tarihine, bak şu dünyanın düzenine. Kim demokrasiden fayda görmüş... Halen güçlü aileler, mülke sahip olanlar, bugünden baksan sermayenin gücü dilediği şeyi dilediği şekilde düzenliyor zaten. Hangi demokrasiden söz ediyorsun? Kimin için varmış demokrasi? Bir oy vermekle demokrasi mi olurmuş? Eski Yunan’da dahi istenilmeyen bir rejim biçimi sonuçta. Biz istememişiz çok mu?”
“Ne alaka arkadaş! Eski Yunan’la bugün bir mi? Hadi kaldıralım, ne yapacaksın, yerine ne koyacaksın?”
“Dur bir anlatayım iki gözünü sevdiğim. Hemen öyle alevlenme. Hocama bir çay daha uzatın yahu!”
...
“Şu garibin de diyeceği bir şeyler var. Dur hele bir dinle... Ne demiş Platon?”
“Abi o kadar geriye gitmeseydik?”
“Sulandırmayın hele. Biraz dinleyin... Bakın bakalım demokrasi ne kadar iyiymiş... 'Yasasız demokrasi sapkın bir rejimdir' demiş Platon.”
“İyi ki o dönemde değilmişiz.”
“Hah şimdi on ikiden vurdun. Yasalar bugün de var ama kim ipliyor?”
“Bak ta o zamanlar demiş, yasasız demokrasi demiş. Adam yasalı, yasasız diye bir ayrım koymuş. Yasasız demokrasi iyi bir demokrasi değildir demiş. Her kafadan ses kendini ifade ederse, düzen değil kaos olur demiş.”
“Buradaki gibi desene!”
“Yasa tanımazsınız işte.”
“Platon da demokrasiye inanmıyormuş yani. Öyle mi?”
Kah laf atmalar kah kahkahalarla konuşmasına müdahil olanları zaman zaman kaşını çatarak karşılıyordu. Ama herkesin merak içinde dinlediğinin de farkındaydı... Geçirdiği bir dizi ameliyat ve aşırı kilosu sağlığını bozmuştu. Kimi zaman nefeslenmek için duruyor ama heyecanını yitirmeden sözlerini devam ettirmeye çalışıyordu.
“Ya o zamanlar öyle kardeşim... Yasasız demokrasi demek başıboş bir düzen demek. Ona göre böyle bir durumda kapı mutlaka despotizme çıkıyor. Aristo’ya bak, öğrencisine. Onun kafa da çok farklı değil. ‘Bütün insanların eşit olması’ kabul edilemez diyor.”
“Hah böyle söylesene abicim. Her insan eşit olur mu hiç? Ne yani şimdi benimle hoca bir mi?”
“Bir tabi.”
“Olur mu yahu? Benim siyaset bilgim ne kadar olabilir ki? Sor bana borsa işlerini, finans, alım satım işlerini. O zaman tamam... Ama hoca siyaset okumuş etmiş.”
“Bir birader bir. Hatta Aristo’ya göre sen seçkinler sınıfındasın. Şimdi farklı mı yani?”
“Bak adamın dediği çıkıyor.”
“Durun biraz yahu, tamamlayayım sözümü. Platona göre doğadaki eşitlikle yasaların, toplumun sunduğu eşitlik aynı şeyler değil zaten. Halka eşitlik adı altında sunulan her durum aslında eşitsizlik. Yani şimdi bak... Halk için bir konuda hak tanımladığında bu hakların birilerinin lehine ama birilerinin de aleyhine olmadığı ne malum? Mesela vergi affı çıkarıyorsun. Vergisini verene bu haksızlık değil mi? Ticarette eşit rekabeti öldürmüyor mu?”
“Öldürüyor tabi.”
“Eh bir düşün şimdi. Bugün şu mülteciler, sığınmacılar, kafa kağıdı sahibi olan sana, vatandaş olanlara, vatandaşlar da onlara eş tutulabilir mi hiç?”
“Dur abicim dur, o kadar da değil. İnsanız hepimiz, değil mi? Eşitiz yani?”
“Kastım insani eşitlik yani doğanın sunduğu eşitlik konusu değil. Doğa düzenine göre hepimiz eşitiz. Ama toplum düzeni söz konusu olunca işler değişiyor... Toplumsal eşitlik, toplum hakları bakımından eşitlikten bahsediyorum. Sonuçta senin dilini dahi bilmeyen bir mülteci, ülkene bir nedenle gelmiş bir yabancı, senin yaşadığın politik sorunlar nedir ne değildir bilir mi? Bakar mı bu konulara? Oy hakkı verince, ona eşitlik verince kendi eşitliğin ne oluyor?
“Abicim ama adama göre demokrasi, herhangi bir bakımdan eşit olan insanların, mutlak olarak eşit oldukları fikrine dayanıyor. Yani ona göre herkes mutlak olarak eşit. Senin çoban da okumuş çocuk da eşit yani.”
“Ooo sen de ne örnek verdin birader. Köleliğin doğal olduğu, seçkinlerin dünyayı yönettiği bir çağdan bahsediyorsun.”
“Ne diyor bunlar?”
“Durun hele bir. Sözümü kesip kesip durmayın. Yahu adam gibi anlatmama izin vermiyorsunuz ki!”
Sonra biraz yorgun bir yüz ifadesi ama muzip bir tavırla bana doğru döndü. Ama sözü masayaydı.
“Çayları da tazeleyen yok şurada. Ne ediyorsunuz öyle devrimciler? Boş boş oturmak yok öyle, çay söyleyin hele bir...”
“Kızma be abicim. Hepimiz dolmuşuz, sabır mı kaldı?”
“Ama iyi düşün çaylar çok zamlanmış.”
“Yapma ya. Bu rahatımız da gitti desene.”
“Eh biraz öyle, çobanın insafına kaldık anlayacağın.”
“Bak şimdi o da böyle diyor neredeyse. Demokrasi yani halkın tamamının yönetimde söz hakkına sahip olması adaletsizliği ve hukuksuzluğu doğurur diyor... Tarım o zamanlar geçim kaynağı. Yani ekonomiyi, zenginliği belirleyen konu. Öyle olunca da çiftçilerin en iyi topluluk olduğunu söylüyor. Mülkiyet, zenginlik tarıma dayalı. Dolayısıyla mülkiyete dayalı bir demokrasi ona göre en iyisi.”
“Al işte, bugünden ne farkı varmış?”
“Paran var gücün var birader.”
“Durun durun. Asıl bomba şimdi geliyor. 'Tarımla uğraşan çiftçilerden sonra en iyi topluluk ise sürü besleyerek geçimini sağlayan çobanlardan oluşan bir halk' demiş.”
O ana kadar sanki bir ders, bir hutbe dinlercesine dikkatini konuşmaya veren gruptaki herkes kahkahayı basıyor. O ise meclisin dağılmış halini dikkate almadan, sesini daha da yükselterek konuşmasına devam ediyor.
“İşçiler ve zanaatkarlar toplumun en alt kesimi. En zararlı olanları bunlar. Bunların yönetime katıldığı bir demokrasi en zararlı demokrasi.”
“Ya gördün mü işte, ne demiştim ben?”
“Hocam sen hapı yuttun. İşçisin sonuçta gitti senin ayrıcalık.”
“Hadi canım oradan, öyle dünya mı kaldı?”
“He gözüm, sanki bugün farklı.”
Laf atmalar, söylenmeler, kahkahalar, içten içe yüzyıllar öncesiyle bugünü kıyaslayarak oluşan farkındalıklar arasında konuşmasına devam ediyor.
“Bak o zamanlar oligarşik bir demokrasi vardı. Yani tüm Atinalılar oy kullanamazdı. Yalnızca özgür olanlar kullanabilirdi. Biraz düşününce insanlık aslında fena olmayacak bir düzeye gelmiş. Neyini, neden beğenmiyorsun ki? Soya sopa dayanan, klan şeflerinin, bir monarşinin idare ettiği zalim bir geçmişten geliyorsun. Gücü güce yetene... O zamanlar pek kabul gören, aristokrasinin, seçkin azınlıkların yönettiği bir dünyadan, askeri güçlerin yönettiği bir çağdan çıkıyorsun ve bugün sevsek de sevmesek de herkesin kendini ifade edebildiği, yönetime katılabildiği bir sürece varıyorsun.”
“Amma da iyimser konuştun be abicim. Bak o zamanlardan belliymiş kapitalist bir dünyanın geleceği. Ne demiş Aristo? ‘Alabildiğine zengin olma hırsı, oligarşiden demokrasiye geçişe yol açar.’ Demokrasinin savunduğu özgürlük ve eşitlik için aşırıya gidilirse tiranlık kaçınılmaz. Yönetim zamanla yasaları tanımayan bir zorbanın, tiranın eline geçer.”
“Geçmiş işte. Bugünün dünyası gücü elinde bulunduranların, tiranların dünyası değil mi yani?”
“Öyle deme çoban da oyunu kullanabiliyor neticede.”
“Geç abicim o kuru lafları. Sanki çobanın iradesi kendi iradesi.”
“Bak bugüne... Statü olarak kölelik yok ama çalışma hayatının dayattığı bir köle düzeni var. Efendi yok ama mülke sahipliğin yarattığı bir efendiler düzeni var. Herkes eşit gibi ama eşitlik yok. Ne yani oy verme hakkına sahip olduğun için şu yaşadığın toplum düzeninde eşit haklara sahip biri olduğunu mu sanıyorsun?”
“Sen ne diyorsun hoca? Pek durgunsun bugün?”
“Onca konuşmanın üzerine ne diyeyim bilemedim. Ama o günlerden farklı değilmiş hallerimiz, onu da görmüş oldum.
Burjuva demokrasisi mi dersiniz adına, kapitalizmin demokrasisi mi? Ne derseniz deyin işte. Mülkiyete sahipliğin, mülk ilişkilerinin belirleyici olduğu bir dünyadayız hala... Bitmemiş bir antik çağın, karanlık bir ortaçağın feodal değerlerini yaşatıyoruz... Evet, oy verme bakımından herkesin eşit olduğu bir dünyadayız. Ama toplumun, toplumsal ilişkilerin nasıl olacağı, karar vericilerin kimlerden oluşacağını belirleyen bir egemen sınıfın elinde olduğumuz da aşikar.
Sahne ‘halk demokrasisi’ gibi bir sahne ama sahneyi belirleyenlerin, sahne arkasındaki güçler tarafından, sermaye sınıfının çıkarlarına göre oluştuğunu görmezden gelmek mümkün değil. Platon ve Aristo’nun “seçkinler” demokrasisi halen devam ediyor. Tabii ki o dönemde olduğu gibi yasalar yoluyla eşitsizliği onaylayarak, göstere göstere olmuyor bunlar. Bunu gözümüzle görebiliyor olsaydık karşı çıkardık zaten. Ama toplumun büyük çoğunluğunun kavrayamayacağı bir ustalıkla işler yürüyor, üstelik sana, bana rıza verdirerek yapılıyor her şey...
Eğitim düzeninin eşitsiz olduğunu biliyorsun ama çocuğunun en iyi okula gitmesi, en iyi sosyal fırsatları yakalaması için şu çarpık eleme sisteminin işlemesini kabul ediyorsun. Sağlık düzeninin eşitsiz olduğunu biliyorsun ama düzenin sana sağladığı maddi güçten dolayı önemsemiyorsun. Tıpkı yüzyıllar önceki gibi... Sonuçta bazılarının eleklerden geçerek sosyo-ekonomik olarak yukarıya doğru tırmanacağını bazılarının ise alt sınıflarda kalacağını da biliyorsun. Ama ‘eşitlik istiyorum’ deyip karşı çıkıyor musun? Hayır. Çünkü buna ikna edildin.
Çoban “ben seçiyorum” diyebilir ama onun neyi seçeceğini belirleyen büyük bir bilinç endüstrisi var. Gazetesi, televizyonu, dergisi, sineması, interneti, okulu, kanaat önderleri, köy muhtarı, cami imamı... Senin için de var. Senin takip ettiğin iletişim kanalları, içerikleri senin tercihlerini etkileme amacı taşıyor. Bilinç endüstrisinde yer alan ne türden araç varsa, eğitim, din de dahil olmak üzere aklına ne gelirse hepsi işte bu egemen sınıf için çalışıyor. Ve seni çobanla aynı düzleme getiriyor.
Bunları gözünle görüp tek tek saptaman mümkün değil. Üstelik sen bu araçların ürettiği birer bilinçten başka bir şey değilsin. Bugünü Platon gibi yorumlayabilmek mümkün değil. Toplum düzeni daha karmaşık, daha derinlikli... Üstelik o zamanlarda, Platon’a, Aristo’ya göre halk sorunlu bir konu, vasatlığın temsili.
Bazen siz de ‘vasatlıktan’ şikayet etmiyor muydunuz? Bak o zaman da aynıymış...
Hepimiz her şeyi bu egemen düzenin bir parçası olarak ve bilerek yaşıyoruz. Bana sorarsanız eğer, çobanın oyuyla benim oyumu. Evet bir... İkimiz de egemen düzenin birer mahsulüyüz. Değilsek de ayar verirler zaten...
Comments