Göstere Göstere
top of page

Göstere Göstere


“Görüyor musun?”

“Görüyorum.”

“Ama aynı şeyi görmediğimize bahse girerim.”

“Nedenmiş?”

“Çok farklı bir geçmişten geliyoruz. Aynı şeyleri görmemiz mümkün değil.”

“Doğru siz şehirli bir akademisyen bense taşrada bir öğrenci.”

“Bunu kastetmemiştim... Ancak hakkın var.”



Yazı: Prof. Dr. Can Bilgili

 

Karton bardaktan da çay mı içilir arkadaş? Elimi ısıtmaktan başka bir işe yaramıyor, tadı yok lezzeti yok meretin.


Ne yalan söyleyeyim böylesi bir yanıt beklemiyordum. Kısa bir suskunluğa neden olan şaşkınlığımı gizleyemiyorum işte. Aramızdaki fark bunlarla sınırlı değil ki. Yaş farkı, eğitim, kültürel deneyim... Aynı şeyleri görmemizin olanağı yok. Nasıl desem, bizi var eden kelimeler dahi farklı. Yani bana göre...


John Berger’e rahmet. Dediğinde hakkı var adamın. Nesneler gibi insanlar da bizim onlara yüklediğimiz anlamlardan ibaret işte...


Uzaklarda, ufuk çizgisinin kızıllığına, havanın kasvetine ve burun direğini sızlatan o berbat kokunun kaynağına bakıyoruz. Aynı şeylere bakıyoruz, orası kesin. Ama aynı şeyleri görmüyoruz. Bu da kesin...


“Gösterge nedir bilir misin?”

“Derse başladık mı?”

“Derse mi? Tabii ki hayır. Ama yerinde bir espriydi... Fikrini merak ettim.”

“Şu gördüğümüz her şeydir herhalde.”

“Yanıldığını söyleyemem. Evet doğru, gördüğümüz her şey... Ama sadece gözle gördüklerimizi kastetmiyorum burada. Duyduğumuz, kokladığımız, duyularımızla algıladığımız her şey. Var olan her şey bize bir şey gösterir. Canlı cansız her şey. Ama ne alımlarız ne anlam çıkarırız konusu ayrı tabi...”

“Anlıyorum.”

“Bakalım anlıyor musun? Şimdi sen ve ben şu an aynı şeylere, yani bize bir şeyler gösteren nesnelere bakıyoruz. Göstergelere... Ama o göstergelerin gösterdikleri yani işaret ettiği şeyler ikimiz için aynı değil.”

“Ne yani siz de benim gördüğümü görmüyor musunuz?”

“Hayır görmüyorum.”

“Peki anlatın o zaman. Ne görüyorsunuz orada?”



“Buradaki, taşradaki hayatı görüyorum. Evet burada yaşamıyorum belki ama oradaki işaretleri görüyorum. Çoğunlukla senden farklı olduğunu düşündüğüm anlamlar üretiyorum. Gözle görülenin ötesinde bir şeyler görüyorum. Misal bacaları patlamış gibi zehir saçan bu fabrika nedeniyle ortalığa saçtığı kirin ötesini, orada yaşanmış olası bir takım kirli ilişkileri de görebiliyorum.

Muhtemelen o fabrikanın denetimleri yapılmıyor ya da yapılıyorsa da görmezden geliniyor. Buradaki belediye ile valilik ya da kaymakamlıkla ilişkileri sanırım bizim ilişkilerimiz gibi değil. Sen ben gitsek kapıdan girebilir miyiz bilemem ama buranın sahipleri bizden daha iyi karşılanır. Büyük ihtimalle o fabrika eskiden aşiret olan bir ağanın soyuna ya da ilişkili birilerine ait. Bölgenin sosyal yapısına bakıldığında, yani sana baktığımda şu bulunduğumuz mekana, duvarlarına, etraftaki insanlara, insanların konuşma biçimlerine baktığımda, yani aklına ne gelirse işte hepsi, burada böyle bir düzenin varlığını görmemem mümkün değil. Sahipleri öyle birileri değilse bile mutlaka bu tür ilişkilerden geçmiş olmalı. Cemaatvari, dışa kapalı duvarlar arkasında kurulmuş ilişkilerden... Bu tarz toplum ilişkilerini anlarsın sanırım.”


“Bunu anlıyorum.”


“Herkes ilişkilerini ve konumunu güce göre belirler böylesi sosyal yapılarda... Ve gücün yanında rol almaya çalışır. Muhtemel sen de hayatın boyunca burada böylesi ilişkiler yaşamışsındır. Soy, inanç, aşiret gibi faktörler egemen olmuştur ilişkilerine... Fabrikada çalışanlar dahi buna göre belirlenmiştir. Büyük ihtimalle düşük ücretle istihdam yapabilmek için oraya kurulmuş olmalı. Baksana, buradan bile yerinin ne kadar yanlış olduğu anlaşılıyor. Hemen dibinde bir köy var, tarlalar var, akmasa da bir deresi var. Sanırım o köydekiler erken yaşta gider bu dünyadan... Ortalama insan ömrünü bulamazlar. Bölge insanı asgari ücretin de altında çalışmaya razı olmalı. Muhtemelen çoğu sosyal güvenceden de yoksundur. Fabrikanın dışı böyleyse içindeki sağlık koşulları daha da kötü olmalı. Yine böylesi bir kirliliği ürettiği halde bu kadar rahat hareket edebiliyorlarsa fabrika buraya teşvik alınarak kurulmuş olabilir. Yani para da arazide iktidar ilişkileriyle gelmiştir. Uzun zamandır buradaydı diyordun. Büyük ihtimalle buradan beslenen epey büyükçe bir çıkar zinciri olmuştur zaman içinde. Yine büyük ihtimalle sahipleri ya da yakınları içinden bir milletvekili üyeleri de bulunabilir.”


“Amma da abarttınız!”

“Göstergeler diyorum, herkese aynı şeyleri söylemez!”


Çok uzun sürecek bir konuşmanın başında olduğumuz kesin. Eh kolay mı? İnsan maruz kaldığı şeyler sonucu hangi anlamlara yolculuk yaptığını değerlendiremeyecek kadar yoksunsa ve dahası kendine dayatılan göstergelerin taşıdığı anlam tuzaklarına düşerek egemen düzenin isteklerine boyun eğmiş ve öylece uzun bir yaşam sürdürmüşse... Gel de çık işin içinden!


“Bak dinle. Gösterge kavramının kullanımı çok eskilere uzanıyor. Ta Antik Yunan dönemine kadar. Kelimenin kökeni ‘semeion’dan geliyor. İşaret, belirti, iz demek. Hipokrat dile getirmiş ilk olarak. Onun yazdığı bir eser var: Corpus Hippocraticum. Orad “tesirli göstergeler” diye bir kavramdan bahsetmiş.

Tabi göstergenin bugün anladığımız şekilde bir anlama ulaşması için epey zamana ihtiyaç var.

Bir de yine Yunanlı bir filozof var. Adı Gorgias. Onun ünlü bir üç argümanı var. “Hiçbir şey yoktur”, “Bir şey varsa bile bilinemez”, “Bilinse bile başkalarına bildirilemez”. Nasıl ama? Hiçliğin ve kuşkuculuğun savunucusu bu arkadaş. Konuşma ustası. O da “sihirli sözler” ya da “büyü” olarak da nitelemeye çalışmış göstergeyi.

Ama bugün bildiğimiz anlama gelişi Aristoteles sayesinde olmuş. O göstergeyi, birbirine gönderme yapan iki nesne, iki durum, iki düşünce ya da iki olaydan söz etmek için kullanmış. Bir şeyin “yerini tutma, ikame etme” anlamında ifade etmiş. Gösterge onun sayesinde “dilsel ifadelerin, psikolojik durumların, düşüncelerin sembolleri” haline gelmiş.

İşte ta o dönemlerde kullanılmasına karşın gösterge kavramı çok ama çok sonraları bilimsel anlamda bir gelişim sürecine giriyor. Sonuçta insanlık tarihinde karanlık dönemler de var...

Neredeyse yüz, yüz elli yıl kadar önce, uzak ufuklarda, ABD’de, Aristo mantığına yakın anlamda biri çıkmış. “Gösterge bir şeyin yerini tutan, o şeyi üreten ya da niteleyen bir düşüncedir” demiş. Pragmatizm akımının isim babası Charles Sanders Peirce. Yine aynı dönemlerde Fransa’da dil üzerine çalışmalar yapan biri var. Bugün dilbilimin babası diye bilinen bir isim. Ferdinand de Saussure. Dili “kavramları belirten bir göstergeler dizgesi” olarak tanımlamış o da. İşte bu ikisi göstergeye bilimsel bir boyut kazandıran kişilikler...



Neyse, çok karmaşıklaştırmadan biraz basitçe söylemek gerekirse; anlamın ortaya çıkışında ister dilsel ister düşünsel, nasıl bir incelemeyle bakılırsa bakılsın, ilk olarak bir nesne, durum, duygu, kısacası bir varoluş halini ifade eden yani bir ‘gösteren’ var. Bunun yanı sıra o gösterenin işaret ettiği, temsil ettiği bir şey, bir işaret yani ‘gösterge’ var. Ve o göstergeyi alan, açan, yorumlayan yani bir ‘gösterilen’ var. Bu üçlünün ilişkisinden de ortaya çıkan bir anlam üretimi söz konusu. Özeti bu.

Ama her şey bununla sınırlı değil işte. Göstergenin işaret ettiği o ne menem olan şey var ya, işte orada kopuyor dananın kuyruğu...

Göstergebilime yani anlamın oluşumunu inceleyen bilim dalına Roland Barthes bıçağı saplıyor. Anlamı düz anlam ve yan anlam olarak ikiye ayırıyor. Yeni bir açılım koyuyor masaya. Diyor ki; düz anlam göstergenin neyi temsil ettiğiyle ilgili bir konudur, yan anlam ise göstergenin nasıl temsil edildiğini açıklamak içindir.


İşte öyle bir dünyada yaşıyoruz. İkimiz de aynı nesnelere bakıyoruz ama nesnenin düz anlamında mutabık olsak da bize çağrıştırdığı anlamlar farklı... Baktığımız, okuduğumuz, duyduğumuz şeylerden aynı anlamları çıkarmamız imkansız. Bizi birbirimizden farklı anlamaya iten bir var oluşun, toplumsal düzenin içindeyiz. Yaşamımız, deneyimlerimiz, bilgi düzeyimiz, edindiğimiz değerler, aklına ne gelirse işte, aynı şeyi görsek bile farklı anlamlar üretmemize kaynaklık eder.

Metni yazan, filmi çeken, tiyatroyu sahneleyenin aklındaki anlam değildir bizim aldığımız, bizler yaşadığımız dünyanın gerçekliğini farklı şekillerde tatmış basit insanlar olarak yazarın vermek istediği anlamı değil aynı göstergelere baktığımız halde kendi anlamlarımızı üretiriz. Ve işte Barthes bu görüşüyle yazarı öldürüyor. Anlamı belirleyen metin değil, alımlayan kişidir diyor...


Çok akademik, teknik bir anlatıma girmeyeceğim. Zaten birazdan derste yeterince akademik bilgi dinlersin. Ancak sana şunu da söylemek durumundayım.

Senin bilincin, bildiğin ne varsa, hayatı nasıl görüyorsan, şu yaşadığın tüm egemen ilişki biçimleri göstergelerin taşıdığı anlamlarla şekilleniyor. Ben eğer burada egemen bir karakter isem benim bu rolümü algılamanı sağlayan şey göstergelerimdir. Kapıdaki isim tabelasından tut da odadaki masa düzeni, ismimin önünde yazan unvanım, şu askıdaki cüppe... Ne varsa hepsi...

Mülkiyet ilişkileri de böyle sonuçta... Sen bu dersin sahibi olarak beni göreceksin, zira iyi bir notla geçmen ya da en azından kalmaman bu dersten alacağın nota bağlı. Dolayısıyla dersin mülk sahibi ben oluyorum bu durumda. Yani bunu sana gösteren çok fazla gösterge ile tanışıksın zaten burada, değil mi? Demek ki neymiş? İletişim ideolojik bir konuymuş. Zira senin egemen düzenin amaçları doğrultusunda politik bir akla sahip olman için bütün göstergeler düzenli bir şekilde çalışıyor. Sen egemen ilişkilerde egemenin kim olduğunu çocukluğundan itibaren öğrendin...


İletişimde göstergeleri anlamlandırabilmen için sana ulaşan eden şeye biz 'kod' diyoruz. İster insandan insana ister insandan makineye -mesela telefonla konuşman gibi- isterse de makineden makineye iletişim olsun, bu kodlara ve kodların taşıdığı sinyallere bağlıdır her şey. Yazılımdaki kodlar bir makinenin istenilen zamanda çalışmasını sağlıyorsa makineden makineye iletişim oluyor demektir. O kodu biliyorsa bir diğeri harekete geçiyor. Sen benim bu konuşmamı anlıyorsun sana gönderdiğim bu kodları açabiliyorsun, çözümleyebiliyorsun demektir. Burada kod olarak ifade ettiğim şey kullandığım sözcüklerdir. Sözcükleri oluşturan sinyaller yani 'ses' var. Bu sinyallerin bileşimi sözcüğü yani kodu oluşturuyor. Eğer sen bu sözcüğün ait olduğu dili yani 'metni' bilmeseydin kodu açamazdın ve anlayamazdın.


Neyse lafı çok dolandırdım. Ancak anlayacağın o ki her yerde her ortamda maruz kaldığın iletişim içerikleri ve uygulamaları sana kodlar üzerinden göstergeleri aktarmaya devam ediyor. Çoğunlukla göstergeleri alımlama konusunda direnebilirsin. Bu yüzden iletişim ve medya endüstrisi çareyi bulur. Sana toplumsallaşmanın bir aracı olarak kendini dayatır ve içerikleriyle seni göstergeleri almaya çağırır. Dizi filmlerde izlediğin sahneleri bir düşün... Karakterleri, konuşmalarını, sözleri, giyimleri, kuşamları, sahnede var olan nesneleri, koltuk takımını, masayı, aydınlatmayı, oturulan evi, kullanılan arabayı ve temsil ettiklerini... Sana anlattığı rolleri, zenginliği ya da yoksulluğu, ezen ya da ezileni, kabulleri, değerleri...

Göstergeler namına ne varsa, her şey ama her şey senin düşünsel alanını politik olarak biçimlendiren birer karınca ordusu gibi çalışıyor. Seni her biri birbirine benzeyen düşüncelere sahip yığınlara, büyük bir kitleye çeviriyor.

Foucault’nun dediği gibi öyle bir an gelir ki 'herkesin birbirine benzediği ve artık kimsenin olmadığı' bir yer doğuyor sonuçta. Kitle iletişimi işte, işi bu..."


“Bütün bu anlattıklarınız çok şey düşündürdü bana. Üstelik anlattıklarınızla sınırlı değil. Ama her zamanki gibi lafa daldınız gitti. Derse geç kaldık.”


“Yahu niye kesmedin. Kalk kalk hemen geçelim.”

...

“Bu anlattıklarınızın böylesine göstere göstere olması çok üzücü.”

“Sence kim farkında?..”

Son Yazılar

Hepsini Gör

Dijital Yol

bottom of page