Zamansız Mekanlar ve Hayalsiz İzler
top of page

Zamansız Mekanlar ve Hayalsiz İzler

Hiçbir şey göremiyorum. Sessizlikte suya düşen küçük bir çakıl sesi gibi bir ses duyuyorum sadece. Nokta koyar gibi, bu gece Dolunay’da “Zamansız Mekanlar ve Hayalsiz İzler” vardı oysa.



Yazı: Asuman Şahin

 

Varlık biricik değerdir. Önce ana rahminde başlayan o muhteşem korunmuşluk hissi ile gelişen duyular ve bellek ana ve babanın kucağında filizlenirken yaşadığı yerin, mekânın tüm algılarıyla şekillenir.


O biricik varlık her şeyi hisseder. Ne zaman uyuyup ne zaman uyandığını ne zaman meme emip ne zaman emmediğini, ışığın havanın nerden gelip gelmediğini, ne zaman ve nerede kimlerle karşılaştığını, içeriden dışarıdan hangi seslerin ve kokuların tanıdık veya yabancı olup olmadığını, kimlerin kendisine sevgiyle nazikçe yaklaşıp yaklaşmadığını ve kendi kokusunu da ayırt eder. Ana baba kokusuna karışan büyüsel huzuruyla… Ve büyür, önce evini sonra dış mekanları tanır. Yaşadığı alanların farkına varır. Birey olur, topluma ve yaşadığı mekanlara ve kentlere karışır. İç içe geçen sarmalanan oluşumlar her geçen gün büyür.


Buraya kadar tanımlamaya çalıştığım belki de pek çoğumuzun hayal ettiği veya bire bir yaşadıkları olabilir. Pek çoğumuz ise bu huzuru ve güveni bulamadığı yer ve zamanlarda yaşama göz açar. İlk adımlar ve sonrası için yaşam çilekeştir. Pek çok faktör belirleyicidir. Birbirine zincir halkaları gibi bağlı çözülemeyen. Sıkça duyduğumuz “coğrafya kader, ana-baba kader, yaşanan bütün kötü olaylar kader” gibi kavramların ne kadar doğruluk payı vardır? Bu kaderler o kadar çoktur ki zincir halkaları ile neredeyse dünyanın çevresini dolanır. Altın, gümüş, bakır, teneke, urgan gibi malzemelerden oluşan benliğimizi sardıkça saran, tutsak yaşamlara bizi bırakan bütün olgular gerçekten kader midir?


Emile Bayard, Salutre Kayalığı gravür

İnsanın var olduğu ilk yıllardan bu yana kanıtlanabildiği dönem olarak “Milattan Önce” yaklaşık yirmi binli yıllardan bahsedince kader olgusu o döneme kadar gider. Daha ne kadar süre devam edecek onu bilemiyoruz. Çünkü bir gün gelecek bütün insanlık kaderin aslında hepimizin elinde olduğunu bilecek ve daha duyarlı bir şekilde birbirilerine, ailesine, çevresinde ve yeryüzünde, gökyüzünde oluşan bütün güzelliklere kıymadan yaşamayı öğrenecek. Bu belki bir yirmi binli yıl süren zaman diliminde gerçekleşecek. Bu dünya hepimizin sloganı o zaman gerçek anlamını bulacak. Yeryüzümüzü insan eliyle şekillendiren sınır denen ayırıcı çizgiler de kalkacak muhtemelen.


Soy ağacımızın en uç başlangıç yıllarından bu yana katmanlaşmış tortularıdır bugün bize kalanlar. Hayale bile sığamayan böylesi devasa atmosferde şekillenen “varlık” olarak bu katmanların izleriyle yaşamaktayız.


David Harvey, “Postmodernliğin Durumu” adlı kitabının “Toplumsal Hayatta Bireysel Mekanlar ve Zamanlar” adlı bölümde şunu söyler:


“Çok eskiden kalmış mekânsal bellekle donanmış varlık, Oluş’u aşar. Yitirilmiş bir çocukluk dünyasının bütün o nostaljik anılarını temellendirir. Kolektif belleğin ülke ve kent bölge, ortam ve yöre, semt ve mahalle hakkındaki imgelerimize bulaşan bütün o yer ilişkili özlem ifadelerinin temeli bu mudur? Ve eğer zamanın bir akış olarak değil de yaşanmış mekanların yer ve anıları olarak canlandırıldığı doğru ise o zaman toplumsal ifadenin temel malzemesi olarak tarih, yerini gerçekten şiire zaman da mekâna bırakmalıdır. Mekânsal imge özellikle fotoğrafın sağladığı kanıtlar o zaman tarih üzerinde güçlü bir etki yapar.” (Sa:246, a.g.e)


Ana rahminde başlayan mekânsal süreç kavramı bizi oluşturan çeperlerin varlığını hep hissetmemizi sağlar. Barınma ihtiyacı yaşamımızda var olması gereken temel ihtiyaçlardan biridir. Geçmişten gelen büyük bir hazineyi içinde “barındıran” bellektir. Bir deyim vardır; “Ana karnında mı öğrendin?”. Evet “o da kendi anasının karnında” diyerek başlayan sonsuz gibi görünen silsile halindeki öğreti tünelinden süzülüp geliyoruz yaşama.


Sürekli olarak varlığın gelişiminde etken olmuş mekânsal kabuk, farklı yerlerde olunsa bile genetik bellek olarak aranan şeylere ulaşmada yegâne faktör olmuştur. Örneğin yeni taşınan bir evde hislerimiz ilk önce ne olur? Burada kimler nasıl yaşadı? Bu evde yaşam mutlu muydu mutsuz mu? Mutfağında ne pişerdi? Salonda kimler ağırlanmış ve sofralar düzenlenmişti? Yatak odalarında o sonsuz mahremiyet alanlarında neler olmuştu? Evin duvarları şiddete tanıklık etmiş miydi?


Yoksa her şey evin konumunun güzelliği ile şahane ve gösterişli mutluluklarla mı donatılmıştı? Ne hayaller kurulmuş ve ne hayal kırıklıkları yaşanmıştı acaba? Bu evden neden taşınmışlardı? Kaç kiracı veya ev sahibi değişmişti? Mahalle ne zamandır bu haldeydi, hiç değişmiş miydi? Sonradan ilaveler eski mevcutların yok olması gibi hem zamana eş hem de zamanın çok ötelerinde devasa mekân algıları ve o mekanları kullananların yani bizlerin algılarının ve yaşamlarının görünen veya görünmeyen katmanları hakkında neler düşünürüz / düşünür müyüz? Ya da geçmişi kendisinde kalsın ben bugünüme bakarım mı deriz?


Ama kaçınılmaz bir eylem vardır. Girdiğiniz andan itibaren sizi farklı duygularla saran mekânda bir an önce değişimler yapmak isteriz. Minik tadilat boya vb. olduğu gibi baştan sona değiştirebiliriz de. Kendimize ait bir ev konumuna getirmek için her ne ise yapmaya çalışırız. Bu noktada şöyle söyleyebilirim: Evet bu ev yaşanmışlıkları ile size bir şeyler anlatmak istemiş ve siz de bunu duymuş ve belki de unutmak istemişsinizdir? Ya da sizin kişisel tecrübeleriniz, anılarınız harekete geçerek burada da aynı yaşamlar olabilmiştir varsayımıyla hareket edebilirsiniz. Bu çok normal bir davranıştır. Kabuğunuzu; koza gibi korumaya muhtaç olarak görmek ve gerekeni yapmaktır.


Çevremizin en temel hücresel boyuttaki örneği olan evimizi yukarıda ele aldığım bazı temel düşünsel içeriklere göre örneklediğim gibi; kent ölçeği ile karşılaştırdığımızda ne gibi sorular ve yanıtlar veya duygular, durumlar ortaya çıkabilir, düşünebilir misiniz? Bu düşünceleri içinde yaşadığımız ülkenin diğer kentleri, kasabaları, köylerini düşleyebilir misiniz?


Şu anda yaşadığımız kentten, kasabadan, köyden her neresi ise orada, mutlu muyuz?


Pek çok yakınmalar, istekler, çözümler, çözümsüzlükler gibi sayfalarca maddelerden oluşacak konuların olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben de az ya da çok sizin gibi yakınmalar içindeyim. Yani hepimizi birbirimize bağlayan “Dünya” diye adlandırılan devasa kabuğun küçücük bir alanında hadi kent diyelim adına orada yaşamaktayız. Bütün zamansız mekanların, hayalsiz izlerin toplandığı yerdir. İzler vardır ama hayaller yoktur. Zaman vardır ama artık o mekanlar bulunduğumuz zamanda yoktur.


“Bachelard’a (1964) gelince o dikkatimizi hayal gücünün mekânı (şiirsel mekân) üzerinde odaklaştırır. Hayal gücünün ele geçirdiği mekân, değişmemiş biçimde kadastrocunun ölçüm ve tahminlerine tabi kalan bir mekân da olamaz. Yalnızca psikologların duygusal alanı olarak da temsil edilemez. Kendi kendimizi zaman içinde tanıdığımızı sanırız. Aslında bütün bildiğimiz, varlığın istikrarının mekanlarında bir dizi sabitlenmedir. Anılar hareketsizdir. Mekanlar içinde ne kadar sabitlenmiş iseler o kadar sağlamdırlar. Burada Heidegger’den güçlü yankılar vardır. Mekân sıkıştırılmış zaman içerir. Bellek için her şeyden daha önemli olan mekân evdir. İnsanlığın düşüncelerin inanlarının ve düşlerinin en büyük bütünleştirme güçlerini burada öğrenmişizdir.” (Age sf. 245)


Ne kadar bütünleştirici korumacı düşüncelerle olursak olalım; günümüz kentleri yok olma tehdidi altında.


Özellikle ülkemizde. Ne yazık ki hem doğal hem de antropojen -insan eliyle- yapılan tahribatlar öylesine çok ki. Evet burada vahşi kapitalizm kadar kent –çevre-doğa bilincinin yeterince oluşmamasından kaynaklanan temel sorunlarımız bulunuyor. Devlet politikaları, yasalar normlar ve yönetmeliklerdeki pek çok aksaklık bizim ülkemizde veya dünyanın her neresinde olursa olsun aynı yanlış ilkeler ile hareket edildiğinde yüzyıllar boyunca kent olma özelliğini kaybeden ya harabe ya da artık içinde yaşayan bütün canlılara neredeyse eziyet haline gelen yaşama alanlarında bizler; hangi sürdürülebilir ilkelerden bahsedebiliriz?


Üniversitelerde hangi planlama ilkelerini öğretebiliriz.? Öğrenciler yaşadıkları çevre ile öğrendikleri arasında öylesine çelişki yaşıyorlar ki? Kaldı ki meslek yaşamımda gördüğüm uygulamalardaki akıl almaz hataları facia diyerek, hayret ederek geçiriyorum son yılları maalesef. Ancak yine de doğruları savunup açıklamaktan asla yılmamalıyız. Mutlaka değecek gün yüzüne çıkacak zaman bulur doğru fikirler.


Antakya Habibi Neccar’dan, 2007

Yanlış uygulamaların neden olduğu felaketleri ülkemizde çok fazla görmeye başladık. Bunun en güncel verisini 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş merkezli depremlerde yaşadık. On bir kenti vuran deprem bütün şiddeti ile hem can hem mal hem de kentlerin artık belleklerden silinmesine kadar giden bir tarifsiz travma yaşattı bizlere. Pek çok olması gereken bileşeni ile aynı hassas ilkelerle üretmediğiniz her kent aynı sonuca ne yazık ki ulaşacaktır. 7 Ağustos 1999 depremi sanki yaşamamış gibi uygulanan pek çok yanlış yapılaşma da bunu kat ve kat fazlalaştırmıştır. Eğer bu deprem de yaşanmamış gibi yine aynı yanlışlıklarla yapılacak olan her inşaat yine aynı kadere mahkûm olacaktır. Aynı şekilde dere yatakları, denizlerin doldurulması, tarımsal ve orman arazilerinin imara açılması gibi yanlış faktörlerin sebep olduğu planlamaların devam etmesi bizleri endişelendiriyor.


Kentler de tıpkı insanlar gibidir. Bedenimizdeki bütün olumlu veya olumsuz etkenler bizi nasıl etkiliyor ise, kentler de bundan payını fazlasıyla alır. Hasta olur veya tam tersi de mümkün olabilir, Yeryüzünde ziyadesi ile mutlu kentler var mıdır? Zaman zaman istatistik veriler ile karşımıza çıkabilirler. En mutlu, en güvenli, en zengin veya tam tersi en mutsuz en güvensiz en fakir kentler gibi.


İçinde yaşarken farkında olduğumuz veya olamadığımız hangi etkenlerle uğraşmak zorunda kalıyoruz? Hep kapitalizme mi yenik düşülmektedir? Çünkü ilk suçlayıcı faktör her zaman vahşi kapitalizm ve rant olmaktadır. Kentlerde oluşan bu organik bozulmalar kenti saran mahalleleri ile kasaba ve köylerine doğru hızla ilerler. Aynı zamanda köylerden kentlere doğru gelişen göçler ve günümüzde çok sık rastladığımız olaylara, tartışmalara neden olan sığınmacı-mülteci sorunlarının etkilerini de kent dinamikleri içinde yakından görmekteyiz. Bu büyük sosyal deney tüpü içinde yaşanan tüm olumlu veya olumsuz kriterler ile geleceğin kentlerini daha iyi tasarlayabilir ve hayata geçirebiliriz.


İstanbul Dolapdere

İnan ki bu zor bir planlama değildir. Şu anki karmaşayı planlamak daha zordur ki bu karmaşa zaten plansızlıktan ortaya çıkmakta ve içinde yaşayanlara eziyet yaşatmaktadır. Sosyal patlamaların pek çoğu bu bozukluklardan ortaya çıkmaktadır. Kent planlaması pek çok disiplinin bir arada değerlendirilmesi sonucunda oluşmalıdır. İstenilen yere istenilen şekilde ‘oldu bitticilik’ yapılaşması asla bir marifet değildir.


Günümüzde çeşitli sosyal platformlarda, her kent ve ülkeye ait geçmiş dönem fotoğrafları ve filmleri yayınlanır. Bu sayfaların takipçi oranları oldukça yüksektir. Tanıyanlar eski günlerini yad ederken tanımayanlar ise “acaba eskiden nasılmış?” diye bakarlar. Bu durum yok edilen her bir kültürel değerin yerine yenilerinin konulması ile ne yazık ki onarılamaz. Hele yok edilen doğayı hiçbir şey kolay kolay onaramaz.


Bu satırları okurken çevrenizdeki bildiğiniz veya size aktarılan pek çok yitip giden manzaraları düşündüğünüzü hissediyorum.


Dur demek için önermem devletin ve halkın bilimin ışığında birleşmesidir.


Kentler her şeye rağmen şiir gibidirler. Bir romanın kahramanı gibidirler. Bir filmin unutulmaz karesini nakşeder belleğimize. Bir şarkının mutlaka arasında bir nağmesinden ses verir bize.


Bir balıkçı barınağının kıyısında oturup seyrederken geçmişi;

Bir şarkı tınlıyor geceye; Kentin yakarışı gibi... “Io Che Non Vivo,”

“Buradayız, sadece biz.

Her akşam gibi,

Ama sen daha çok üzgünsün, ve ben de neden olduğunu biliyorum,

Belki bana söylemek istersin, Mutlu olmadığını,

Değiştiğini... Ve benden ayrılmak istediğini (...)”


Ve sonra yürüyorum. Kentlerimi, yaşadığım iz kalmış mekanları veya hiç görmediğim düşler diyarlarımı hayal ediyorum. Mevsimlere bağlı olarak nasıl da şekilden şekle büründüğünü… Kar yağdığında mavilerin içinde kent siluetinin nasıl buzdan yapılmış rüyaya dönüştüğünü. Güneşin kavurucu sıcağında “Krallar Yolunda” tapınaklar vadisinin kızıla dönen şölenini. İlkbaharın gelincik tarlasında birlikte sallanan neşeli çocukları. Sonbaharda renk cümbüşünde yapılan dansları. Sonra bir gürültü kopuyor. Nereden geldiği belli olmayan. Kararıyor her yer kapkara.


Hiçbir şey göremiyorum. Sessizlikte suya düşen küçük bir çakıl sesi gibi bir ses duyuyorum sadece. Nokta koyar gibi, bu gece Dolunay’da “Zamansız Mekanlar ve Hayalsiz İzler” vardı oysa.

Luksor Tapınaklar Vadisi, 2007

Jean Louis Huot “Sahte Neolotik Kentler” adlı makalesinde şöyle der:


“Neolitik kentler düş gibidirler ve düşler kolay kolay kaybolmazlar. İlk kez 1871 ‘de Adrien Arcelin’in romanında, Emile Bayard’ın güzel bir gravürünün desteği ile anlatılan tarihöncesi avcılarının atlarını Fransa’da Solutre Kayalığının üzerinden uçuruma yuvarladıklarına dair efsane burada bir örnek olarak akla gelmektedir.” (Kentlerin Doğuşu, J.L. Hout sf.26/İmge Yayınevi 2000)


Nasıl başladığını bilmediğimiz gibi nasıl biteceğini de tahmin edemediğimiz yaşam sürecimiz bulunduğumuz yerde buluştuğumuz anılarla ayrılamadığımız yaşam alanlarıyla bir bütünüz.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page