Geçtiğimiz hafta Çarşamba günü Zoomya.TV'deki programımızda Türkiye’de yabancı yatırımcılara satılmak üzere var olan şirket sayısının çok olduğu ve bu sayının da giderek arttığını konuştuk. Ancak bu konunun başlı başına ele alınması ve ayrıntıya inilerek ele alınmasının gerekli olduğu konusunda hepimiz de hemfikir olduğumuzu belirttik.
Yazı: Hasan R. Ardıç
Konunun incelemeye alınmasında yarar olan husus, çok yönlü bir araştırma yapılmasına olan ihtiyaçtır. Böyle bir konu katiyen tek bakış açısından değerlendirilemez. Çoğu zaman olduğu gibi bu defa da karşımıza çıkan ilk madde; GÜVEN.
Güven sadece ve tek başına bir unsur olmamakla beraber var olması son derece olan gerekli olan bir unsurdur. Ayrıca burada çok geniş bir esneme alanı da yok, yani az güven diye bir tanım yok. Hele ki böyle konularda. Ya güvenirsiniz ya da güvenemezsiniz.
Türkiye, hangi düzeyde olursa olsun insanların duygusal oldukları bir coğrafyadadır. Yaşam tarzı ve çağlar öncesinden gelen kültürü böyledir. Bunu dikkate aldığımızda görünenlerden biri; genellikle iş insanlarının kurdukları, geliştirdikleri ve kendi deyimleriyle çocukları gibi olan şirketlerini satmak düşüncesi son derece üzerinde düşünülmesi gereken birçok konuyu derhal gündeme getirir.
Bu durum bir romantizmden öte, duygusallık ve vefa içerir.
Eğer her şey yolundaysa; şirketten, kârlılıktan, istihdam hacminden, üretim-satış vb. unsurlardan memnun olan bir iş insanı o şirketini satmayı, hele ki tek şirketi ise satmayı normal koşullarda asla düşünmez. Yani çok doğal olmasına rağmen sırf kârlılık bakımından bir şirket satışı bu coğrafyada pek nadir olur, hatta olmaz. Ancak matematiksel ya da sağlıksal bir sorunun olması gerekir ki bu konu düşünülsün.
Ya da;
Konuya yaklaştığımızda var olan, ülkenin değişikliklere direnememesidir.
Güven kalmamıştır, üretim koşulları ağırlaşmıştır, tabii buna bağlı olarak pazarlama ve satıştaki güçlükler, kur volatilitesi ama aleyhte, cari açık ve dış ticaret açığının istikrarlı artışı, ithalatın zorlaşması buna karşılık ihracatta fiyat oluşturulamaması, artan vergiler ve benzeri hususlar ekonomi dışında olmayan, hayatın da içinde olan başlıca sorunlardır. Belirsizlikler, tutarsızlıklar ve tabii enflasyon ve takibinde durgunluk ve diğer enflasyon paydaşları bu konuların sadece bir kısmıdır ama en başta gelenler.
İnsanımızın duygusallığını ihmâl etmeden, kurucunun, ya da aileden kalan, yılların kazanç kapısını satmayı düşünmek bu coğrafyada zordur. Bunu deneyimlere dayanarak birkaç defa tekrarlamaktan da çekinmeden… Altında önemli nedenler olmalıdır. Bana göre bu yıllarda, en büyük tetikleyici etken; ülkenin geleceğine olan güven unsurunun giderek zayıflaması olmalı.
Türkiye, askerî alanda olduğundan artık çok daha fazla ekonomi alanında stratejik bir coğrafyadadır. Şöyle bir deneme yapalım. Pergelin sivri uçlu kolunu harita üzerinde İstanbul’a sabitleyip Londra’dan geçecek şekilde bir daire çizelim. Bu daire normal uçuş şartlarında 4,5 saatlik bir uçuş süresidir. Diğer taraftan orta doğu, yakın doğu ve hatta uzak doğunun bağlantılı uçuşlar için ortalamada İstanbul, uygun bir merkezdir. Üstelik İstanbul bir merkez olmak sıfatıyla sadece havayoluyla ticarette değil, aynı zamanda kara ve deniz yolu içinde o derece önemlidir. Bence eksiğimiz, İstanbul bağlantılı demiryolu ulaşımının bilhassa batı limanlarımızla istenilen bağlantıda olmamasıdır.
Dolayısıyla ülkenin ticaretinin %70’ine yakın kısmı İstanbul çıkışlı / varışlı olduğuna göre öncelikle İstanbul, hemen arkasından İzmir öncelikli tercihlerin olduğu ilk iki önemli aday büyükşehrimizdir. Bu iki şehirde merkezi olan firmaların yabancı sermaye ile paylaşımı mümkündür. Elbette konuya göre diğer şehirlerimizdeki aday şirketlerin de olasılığı vardır. Fakat İstanbul ve / veya İzmir’ de böyle bir şans varsa tabii ki tercih sebebidir.
Çok kısa bir özet yapalım;
Duygusal bağı da olan iş insanları şirketlerini satmayı düşünür oldular.
Başta İstanbul ve İzmir olmak üzere büyük kentlerde var olan örneğin 70-80 yıllık başarılı geçmişi olan şirketler, satılabilirlik durumlarına göre öncelikli kuruluşlar…
Ekonomik duruma bakınca ağır borç yükü altındaki şirketlerin satışa sunulması da bu kapsamda…
Kazançlı olmasına rağmen, yatırım yapılmaması (Güven) da insanlara aynı şeyi, yatırımdan kaçmayı düşündürmektedir.
Bütün bu koşullardan en az biri bile olsa şirket satışı tabii ki düşünülmektedir. Bunu hemen eleştirmek ne kadar doğrudur, ya da doğru bir empati ile böyle bir kararı verebilmenin tüm zorluklarını göğüslemek…
Burada karşı olmasak bile taraftarı olmadığımız husus; zorunlu şirket satışının başta güven unsurunun bulunmaması, ekonomik zorlukların ağırlaşması, enflasyon ve resesyonun gelmesi, kur volatilitesinin yükselmesi ve benzeri makro ekonomik çözümleri eş-anlı olarak getirebilmekte çekilen zorluklar ve neticeleridir.
Hatırlayınız, örneğin perakende sektöründe bir açmaza girildiğinde hemen AVM’leri ve daha da açık olarak AVM’lerin kapatılması konuşulur. Bu mudur çözüm? Tabii ki değildir. Ama her krizde “yangında ilk kurtarılacak” gibi, krizde ilk satılacak örneğin AVM’ler olursa elbette varsa AVM’nizi yenilemek, büyütmek, çoğaltmaktan ziyade satıp bir nevi kurtulmak olacaktır.
Bu konuyu çok yakından bildiğim için bir AVM’nin kapatılmasının nelere mâl olacağına ilişkin, çok yazdım ama en son yazdığım, 22 Eylül 2020 tarihli yazımda bir kere daha bu tür ani satış, el değişimi, kapanış vb. durumlarda ekonomi, sosyal yaklaşım vb. hususları çok basit başlıklar halinde tekrarlayacağım.
Örnekte ele aldığım iş yeri de AVM.
Bir AVM yatırımı, büyük beklentilerle yapılan yüksek ölçekli bir yatırımdır.
AVM fizibiliteleri maalesef matematik gerçeklerin dışında yapılır.
Vaatler, beklentiler en üst çıtada, ancak operasyonel maliyetler en alt sıradadır.
Bugün bütün AVM’ler yeni ya da yenilenmiş durumda olduklarından artık eski AVM yoktur.
Yeni, ya da yenilenen AVM’ler vardır. Dolayısıyla bilhassa dekor açısından hesaplı bir AVM yatırımını düşünmek hayalperest bir yaklaşım olur.
AVM’ler eskiden olduğu gibi en kısa sürede kendini amorti edebilen yatırımlar değildir.
AVM’lerin en büyük, hatta tek büyük geliri kiralar $ veya € olarak tahsil edilememektedir.
AVM’lerin sayıları arttıkça müşteri sayıları, kişi başına alışveriş düşmektedir.
Sektör STK ve devletin AVM’lere bakış açılarında bazı gelişmelere ihtiyaç vardır.
AVM’lerin perakendecilere taahhüdü alışveriş oranı yüksek olan müşteri kitlesini daimi olarak perakendecinin AVM’deki mağazasının önüne getirmek, perakendecinin de AVM’lere taahhüdü en yüksek kirayı zamanında ödeyecek satışla AVM’lere yeni müşterileri muntazaman getirecekleri yönündedir.
AVM ortak alan giderleri (OAG) sadece kurlara değil, enflasyona ve faizlere de doğrudan endekslidir. Uzun süredir kiracılar ve kiralayanlara problem olmuş ve olmaktadır.
AVM’lerde olsun, AVM’lerdeki mağazalarda olsun çalışan genç nüfusu muhtemelen ilk işlerinde işsiz bırakmak, tedirgin etmek doğru değildir.
Bir AVM ya da orta-büyük boy bir şirketin yabancılara satışına bir de bu açıdan bakmak, empati yoluyla da konuya yaklaşmak adına uygun olacaktır.
Bu tür yabancıya satışların belirli bir düzen içinde gerçekleştirilmesi esastır. Özellikle son on yıl içinde bu tür M&A konuları başarılı sonuçlar vermektedir. Bir AVM’nin bu şekilde satışı hele ki bu satış yabancılara ise anahtar pozisyondaki bilhassa beyaz yakalıların birkaç yıl daha görevlerine devamını şart koşmaktadırlar. Her şekilde döviz karşılığı yüksek ölçekli satışlar satıcı taraf için önemlidir. (USD TL ye karşı sürekli değer kazandığı için, daha doğru bir deyişle TL’nin USD karşısındaki sürekli değer kaybı oldukça, satıcının eline geçen değer daima nominal de olsa yüksek olacaktır.)
Konu elbette bu derece özetle kısa anlatılabilecek bir konu olmasa da buradaki amacım; konuyu gündemin biraz daha üst sıralarına getirmek ve var olan tartışmayı körüklemektir. Bence en uygun da zamanlamadır. Katılımlar katkı verdikçe konu gelişecektir ve tabii genişleyen yelpazede ortaya konulabilecek seçenekler de artacaktır.
Comments